(14)-Hadis
Abdullah İbnu Ömer İbni’l-Hattâb (radıyallahu anh)’ın anlattığına göre, bir adam kendisine: Gazveye çıkmıyor musun?” diye sorar. Abdullah şu cevabı verir:
“Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’i işittim, şöyle buyurmuştu: “İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kâbe’ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak”
عن عبدالله بن عمر بن الخطاب رضى الله عنهما، وقال له رجلٌ: ألاَ تَغْزُو؟ فقال: إنى سمِعْتُ رسُولَ اللهِ يَقُولُ إنّ الإسلامَ بُنِىَ علَى خمسٍ: شَهادَةِ أنْ لاَ إلَهَ إلاّ اللهُ، وَأنّ مُحمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولهُ، وإقَامِ الصَّلاةِ، وَإيتاءِ الزَّكاةِ، وَحجِّ البَيْتِ، وصَوْمِ رَمَضَانَ أخرجه الخمسة إلا أبا داود
Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22 (….); Nesâî, İman 13, (9, 107-108); Tirmizî, İman 3, (2612).
(15)-Hadis
Yahya İbnu Ya’mur haber veriyor :
“Basra’da kader üzerine ilk söz eden kimse Ma’bed el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd İbnu Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesîlesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, Ashab’tan biriyle karşılaşmayı temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar hususunda soru sormaktı. Cenâb-ı Hakk, bizzat Mescid-i Nebevî’nin içinde Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)’la karşılaşmayı nasib etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz [Sayfa]=216.de Abdullah (radıyallahu anh)’a sokuldu. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmîn ederek, konuşmaya başladım: “Ey Ebu Abdirrahmân, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’i okuyorlar. Ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar.” Onların durumlarını beyan sadedinde şunu da ilâve ettim: “Bunlar, “kader yoktur, herşey hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez” iddiasındalar.” Abdullah (radıyallahu anh): “Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler.” Abdullah İbnu Ömer sözünü yeminle de te’kîd ederek şöyle tamamladı: “Allah’a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul etmez.”
وعن يحيى بن يَعْمُرَ قال: كَانَ أوّلَ مَن قال في القَدَرِ بالبصرةِ مَعْبَدٌ الجُهَنىُّ، فانطَلَقْتُ أنا وَحُمَيْدُ بنُ عبدِ الرحمن الحِميرىُّ حاجَّيْنِ أو معتمِرَيْنِ. فقلْنا: لو لَقِينا أحداً من أصحابِ رسُولِ اللهِ # فسألناه عما يقولُ هؤلاءِ في القدرِ، فَوُفِّقَ لنا عبدُاللهِ بنُ عمر رضى الله عنهما داخلاً المسجِدَ فاكتنفتُهُ أنا وصَاحِبِى: أحدُنا عن يمينهِ والآخرُ عن يسارهِ: فظننتُ أنّ صاحبى سَيَكلُ الكَلامَ إلىّ. فقلتُ يا أبَا عبدِالرحمن: إنه ظََهَرَ قِبَلنَا أناسٌ يقرؤنَ القرآنَ وَيَتَقَفَّرُونَ العلمَ، وذَكَرَ مِنْ شأنِهِمْ، وأنه
(Lokman, 34), Buharî, İman 37
Yukarda kaydedilen rivayet, kader mevzuu üzerine yapılan münâkaşaların, daha Ashâbın sağlığında başladığını göstermektedir. Nitekim ehl-i kitaptan aldığı kaderi inkâr fikrini ilk ileri süren kişi bilinen Ma’bedu’l-Cühenî’nin ölümü hicri 80’dir. Bu devrede henüz birçok sahâbe hayattadır. Öyle ise Ma’bed pekçok sahâbe ile karşılaştı ve görüştü.
1- İSLÂM-İMAN TARTIŞMASI:
Mütekaddimînden olsun müteahhirînden olsun, İslâm âlimleri iman nedir, İslâm nedir, bunların ikisi bir mi, ayrı mı çokca münâkaşa ederler. Meseleye naslardan hareketle çözüm bulmaya çalışanlar da bu müşkilâtı kesinlikle halledememişlerdir. Zira Cibrîl hadisi olarak bilinen yukarıdaki hadiste Hz. peygamber (aleyhissalâtu veselâm) dinin kalbe ve inanmaya taalluk eden esaslarını “iman” olarak, amele taalluk eden esaslarını da “İslâm” olarak açıklamasına rağmen başka hadislerde (meselâ az ilerde gelecek 18 numaralı hadis görülmelidir) de iman açıklanırken amele giren meselelere yer verildiği görülür. Aynı durum âyetler için de söz konusudur.
Nitekim Zührî, “İslâm kelimedir, iman ameldir” diye hükmetmiş, delil olarak da: “Bedevîler شiman ettik’ derler, sen ey Muhammed onlara de ki: شHayır siz inanmadınız’ öyle ise شboyun eğdik’ deyin henüz iman kalplerinize girmedi” (Hucurât, 14) âyetini göstermiştir.
[Sayfa]=219.Bazı âlimler İslâm ve imanın aynı şey olduğunu söylemişler, delil olarak da “Bunun üzerine, suçlu milletin arasında bulunan mü’-minleri çıkardık. Zâten orada Müslümanların kaldığı tek ev vardı” (Zâriyât, 36) âyetini göstermişlerdir.
Mevzuya temas eden, ilk hadis şârihlerinden Hattabî şu açıklamayı yapar: “Doğru olanı, mutlak hükme gitmeyip kayıtlı ve sınırlı konuşmaktır. Müslüman kişi, bâzı ahvâlde mü’mindir, bazı ahvâlde gayr-i mü’mindir. Fakat mü’min kişi, her durumda Müslümandır. Öyle ise her mü’min mutlaka Müslümandır, ama her Müslüman mutlaka mü’min değildir. Meseleye bu zâviyeden bakınca ayetlerin te’vili düzelir, konunun münâkaşası mutedil bir hâl alır. Naslar arasında ihtilaf da ortadan kalkar.
İmanın aslı tasdîk, İslâm’ın aslı itaat etmek ve boyun eğmektir. Kişi zâhirde itaat eder de içinden boyun eğmez, bazan da içinden boyun eğdiği hâlde zâhirde mutî değildir.”
Keza Hattâbî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın: “İman yetmiş küsur şubedir” hadisi ile alakalı olarak şunu söyler: “Bu hadise göre, şer’î iman, şubeleri ve yüksek-alçak cüzleri bulunan bir mânaya isimdir. Bu durumda iman ismi, bu cüzlerin hepsi için kullanıldığı gibi, bazıları için de kullanılmaktadır. Hakikat, bütün şubelerin mevcudiyetini gerektirir ve hepsine şâmil olur, tıpkı şerî namaz gibi. Nitekim onun da şubeleri ve cüzleri vardır. Bu cüzlerden bir kısmı için de “namaz” ismi kullanıldığı halde hakikat bütün cüzlerin mevcudiyetini gerektirir ve hepsini içine alır. Bu duruma Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şu sözü delalet eder: “Haya imandan bir şûbedir.” Bu hadis, iman noktasında mü’minlerin kimisi üstün, kimisi geri olmak üzere çok farklı mertebelerde bulunduklarını da ifâde etmektedir.
İmam Bağavî hazretleri de şunu söyler: “Cebrail’in İman ile İslâm’-dan sorup Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in cevap verdiği hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), “İslâm” kelimesini amelden görünenlere isim yapmıştır. İman kelimesini de itikada giren bâtınî şeylere isim yapmıştır. Böyle bir taksîm amellerin imandan bir kısım olmayışından, kalb ile tasdik’in de İslâm’dan olmayışından, ileri gelmez. Aksine bu, hepsi tek birşey olan bir bütün hakkında yapılmış bulunan bir tafsil, bir ayırımdır. Bunların toplamı dîni teşkil eder. Bu sebeptendir ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Size Cebrail gelerek dininizi öğretti.”
[Sayfa]=220.“İman” ve “İslâm” isimleri tasdik ve amel her ikisini de kuşatırlar. Bu hususa da şu ayet delîl olur: “Allah nezdinde mûteber din islâm’-dır” (Âl-i İmrân 19). “Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm” (Maide, 4). “Kim din olarak İslâm’dan başkasına yönelirse bu ondan kabul edilmeyecektir (Âl-i İmrân, 85).
2- İHSAN:
Hadiste “Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir” diye târifi yapılan ihsan, mâneviyatta yüce bir mertebeye alem olmaktadır. İslâm dini, müntesiblerini, bu hedefe ulaşmak için gayret göstermeye teşvik eder. Dinin kemali, sadece farzların ifası ile gerçekleşmiyor. Kul, daha ileri mânevî mertebelerin varlığını bilecek ve onları elde etmek için gayret gösterecektir. Bu hadis, iman ve İslâm’ın ötesinde, tefekkürî bir mertebeye dikkat çekmektedir; İhsan mertebesi…
Nefsi, manevî kirlerden tezkiye ve tathir ile ruhu yücelterek ilahî kurbiyeti elde etmeyi kendine gâye edinen İslâm tasavvufunda geniş tahlîl ve izahlara tabi tutulan ihsan için şu kadarını söyleyebiliriz: Kişi bilhassa ruhî ve fikrî idmanlarla, ilahî murâkabe ve müşâhede altında olduğunu idrak etmeyi zihninde her an canlı ve sâbit kalacak bir alışkanlık hâline getirebilir. Mükerrer âyet ve hadisler söz ve fiil olarak her ne yapmakta isek, an be an kayda geçtiğini, hatta zihnimizden geçip fiile dökülmeyen duygu, düşünce ve niyetlerimizin bile yazıldığını, âhirette ömrümüzün her ânından bu yazılanlara göre hesap vereceğimizi beyan ederler. Hiçbir mü’min bu gerçeği inkâr edemez. Ancak hareketlerini her an bu düşüncenin tesiriyle yönlendiren mü’min çok azdır.
Öyle ise ihsan mertebesi’ne ulaşmak bu ilâhî murâkabeyi her an hissedecek bir idman ve gayrete bağlıdır.
İhsan, kolay görünse de kazanılması oldukça zor bir mertebedir. Ancak zorluğu nisbetinde kıymetli ve yücedir.
Bunu elde etmek için gösterilecek her gayret, atılacak her adım kişiyi yüceltecek, dünyevî ve uhrevî kazancını artıracaktır. Mü’min kişi, herşeye ümitle bakmakla emrolunmuştur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in gösterdiği her hedef beşerî gücün hâricinde değildir. Binaen-aleyh ihsan mentebesini kazanmak ümîd ve gayreti hepimizin hem hakkı hem de vazifesidir. Cılız ayaklarıyla [Sayfa]=221.hac yoluna düşen karıncaya “Senin bacakların küçük, ulaşamazsın” denilince “Belki varamam bu doğru, ama o yolda ölemez miyim?” demiştir. Bu temsil, gücümüzün dışında görsek bile ihsan mertebesine talib olmanın gereğini anlamada yeterlidir.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) yüz kişiyi öldürdükten sonra Allah’a tevbe etmek üzere yola çıkan kâtilin daha tevbe mahalline varmadan yarı yolda ölüş hikâyesini tasvir eden ve attığı her adımın boşa gitmeyip, işine yaradığını ifade eden bir üslubla hâdiseyi anlattıktan sonra, hikâyeyi,tevbe azimlisi azılı kâtilin kurtuluşu ve rahmet-i Rahmân’a mazhar oluşuyla noktalar (Bak. 958 numaralı hadis).
3- KIYAMET ALÂMETLERİ:
Yukarıdaki hadisin anlaşılmasında bir kaç noktanın daha açıklanması gerekmekterdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) “Kıyametin ne zaman kopacağı?” gibi normalde herkesi meşgul eden ama pratikte hiçbir faydası olmayan meseleyi kesin bir dille Allah’tan başka hiç kimsenin bilemiyeceğini ifade ettikten sonra alâmetlerine geçiyor:
Köle kadınların efendilerini doğurması: Bundan çıkarılan muhtelif mânalardan, İbnu Hacer tarafından tercîh edilen birine göre kıyamete yakın, ukuk artacak yani evlatlar annelerine, efendinin kölesine yaptığı tarzda, kötü muamele yapacaktır. Bir diğer yoruma göre de köle kadınlardan doğan çocuklar en yüksek makamlara çıkarak, komutan, vâli, sultan… olacaklar. İslâm tarihi böylesi büyüklerin örnekleriyle doludur.
İbnu Hacer, kıyamete yakın ictimaî nizamın iyice bozularak ahvâlin tersine döneceğini, süfelanın (cemiyetteki ayak takımının) itibarlı makamları ele geçirerek hâkim mevkiye geçeceklerini anlar ve bu mânânın hadisten çıkarılabilecek mânâların en doğrusu olduğunu, zira hadisin devamında beyan edilen, çobanların zenginleşip bina yarışına girmesi vaziyetinin de ictimaî bozulmaya delil olarak bunu te’yîd ettiğini söyler.
Davar çobanlarının bina yarıştırması: Bu husus da bizzat hadislerle te’yid edilen istikballe ilgili bir ihbardır, bir mucizedir. Hadisin Kütüb-i Sitte dışında kalan diğer hadis mecmualarında rivayet edilen farklı şekillerinde yer alan başka açıklamaları da nazar-ı dikkate alan âlimler fakir köylülerin zenginleşip, zorla idareyi ele geçireceğini anlar. “Nebat (köylü Araplar) ahalisinin [Sayfa]=222.kibarlaşıp şehirlerde köşkler edinmelerini dinin (yani İslâm’ın getirdiği değerler sisteminin) inkılabı (altüst olması) demektir” hadis-i şerifini de nazar-ı dikkate alan Kurtubî, hadis üzerine şu açıklamayı yapar: “Burada ictimaî ahvâlin tebeddül edip değişeceği haber verilmektedir. Bu bilhassa bâdiye de yaşayanların (köylülerin, göçebelerin) devlet işlerini istila edip, zorla memlekete hâkim olmalarıyla gerçekleşir. Bunlar, kurdukları hâkimiyet sonucu zenginleşirler ve bütün himmetlerini binalar dikmeye ve bununla övünmeye sarfederler. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu zamanda şâhid olduk.”
Hz. Peygamber’in (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisinde Batı tipi demokrasi rejimlerinin ihbar edildiğini anlayanlar da mevcuttur.
(16)- Hadis
Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor:
: Biz mescidde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le birlikte otururken, devesine binmiş olarak bir adam girdi ve mescidin avlusuna devesini ıhıp bağladıktan sonra: “Muhammed hanginizdir?” diye sordu. Biz: “Dayanmakta olan şu beyaz kimse” diye gösterdik. -Nesâî’deki Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)’ın rivayetinde: “Şu dayanmakta olan hafif kırmızıya çalan renkteki kimse” diye tasvîr mevcuttur.-
وعن أنسِ بنِ مالكٍ رضى الله عنهُ قال: [بيْنا نَحْنُ جلوسٌ مَعَ النبيِّ في المسْجِدِ إذْ دَخَلَ رجلٌ على جملٍ فأناخَه في المسجدِ ثم عَقَلَهُ. ثم قال: أيُّكُمْ محمدٌ؟ قلنا: هذا الرجلُ الأبيضُ المتكئُ.
Buhârî, İlm 6; Müslim, İman 10, (12); Tirmizî, Zekat 2, (619); Nesâî, Siyâm 1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât 23, (486).
Bu hadis birçok noktadan ehemmiyet arzeder.
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devri Arablarının konuşmada yemine verdikleri ehemmiyet ve yeminin inandırıcı ve ikna edici gücü.
2- Bedevîlerde tahkik esprisi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın gönderdiği elçilerin getirdiği haber ve tebligât, Medine’ye gönderilen elçiler vasıtasıyla tahkîk edilmektedir. Usûl bahislerinde görüldüğü üzere, bazı âlimler bu rivayeti, âlî isnad arama işinde delil olarak kullanmışlar, buna dayanarak, âlî isnad için seyahatler yapmanın sünnet olduğunu belirtmişlerdir.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) soruları ciddiyetle dinleyip teker teker cevaplandırıyor.
4- Dinin sadece farzlarını yapmak, kurtuluş için yeterlidir. Çünkü Bedevî’nin “Bunlar üzerine hiçbir şey ilâve etmem, bunları eksiltmem de” sözüne karşılık Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Bu kimse sözünde durursa cennetliktir” buyurmuştur.
(17)- Hadis
Talha İbnu Ubeydillah haber veriyor :
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e Necid ahâlisinden bir adam geldi. Saçları karışıktı. Kulağımıza sesinin mırıltısı geliyordu, ancak ne dediğini anlayamıyorduk. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e iyice yaklaşınca gördük ki, İslâm’dan soruyormuş.
وعَنْ طَلْحَةَ بنُ عَبِيدِاللهِ. قال: جَاءَ رَجُلٌ إلى رَسُولِ اللهِ # مِنْ أهلِ نَجدٍ ثائِرَ الرَأسِ نَسْمعُ دَوِيَّ صَوْتِهِ وَلاَ نَفْقهُ مَا يَقُولُ. حَتّى دَنا من رسوُلِ اللهِ # فَإذا هوَ يَسألُ عَنْ الإسْلام. فقالَ رَسُولُ اللهِ : خَمْسُ صَلَوَاتٍ في اليَوْمِ وَاللّيْلَةِ، فَقالَ: هَلْ علىّ غَيْرُهُنّ؟ قال لاَ إلاّ أن تَطَوّعَ. فقَالَ رَسُولُ اللهِ :
Buhârî, İman 34; Müslim, İman 8, (11); Nesâî, Sıyâm, 1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât 1, (391); Muvatta, Kasru’s-Salât fi’s-Sefer 94, (1, 175).
(18)- Hadis
Abdullah İbnu Abbas’ın rivayetine göre,
bir kadın, kendisine küpte yapılan şıra (nebîz) hakkında sordu. Kadına şu cevabı verdi: “Abdulkays kabilesinin heyeti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e geldiği vakit: “Bu gelenler kimdir?” diye sordu. “Rebîalılar” diye kendilerini tanıttılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Merhaba, hoş geldiniz. İnşaallah bu ziyaretten memnun kalır, pişman olmazsınız” buyurdu.
وَعنْ عبداللهِ بن عبّاسٍ رَضِىَ اللهُ عَنْهُمَا، وَسَألَتْهُ اِمْرأةٌ عنْ نَبِيذِ الْجرِّ. فقالَ إنّ وفدَ عبدِالقَيْسِ أتَوْ النبىَّ فقال: مَنِ الوَفدُ، أو مَنِ القَوْمُ؟ رَبيعَةُ. قال: مرحباً بالقوْمِ أو بالوَفْدِ غَيرَ خَزايَا وَلا َنَدَامى¹: قَالوُا: إنّا نأتِيكَ مِنْ شُقّةٍ بَعِيدَةٍ، وَإنّ بَيْننَا وَبَيْنَكَ هَذا الحىَّ من كفّارِ مُضرَ، وَلا نَسْطَيعُ أن نأتِيَكَ إلاّ في الشهرِ الْحرَامِ فمُرْنا بأمرٍ فصلٍ نُخبرُ بِهِ مَنْ وَراءنا، وَنَدْخلُ بهِ الْجَنَّةَ. فَأمرَهَم بأربَعٍ، ونهَاهُمْ عَنْ أربعٍ. أمَرَهُمْ بِالإيِمَانِ بِاللهِ تَعَالى¹ وَحَدهُ وَقَالَ: هَلْ تَدْرُونَ مَا الإيمَانُ؟ قَالُوا: اللهُ وَرَسُولُهُ أعْلمُ. قالَ: شَهَادَةُ أن لا َ إلَهَ إلاّ اللهُ وَأنْ مُحمّداً رَسُولُ اللهِ، وَإقَامُ الصلاةِ، وَإيتَاءُ الزّكَاةِ، وَصَوْمُ رَمَضَانَ، وَأنْ تُؤدُّوا خُمساً مِن المَغنَمِ، وَنَهَاهُمْ عَنْ الدُّبَّاءِ، وَالحَنْتَمِ، وَالمزفَّتِ، وَالنَّقِيرِ. قَالَ شُعْبةُ: وَرُبّما قَالَ المقيّر. وَقالَ احْفَظُوهُنَّ وَأخْبِروُا بِهِنّ مَنْ وَراءَكم. وَقَال للأشج أشجِّ عبدِ قيس: إن فيكَ خَصْلَتَيْنِ يُحِبُّهُما اللهُ تعالى¹: الْحِلْمُ وَالاَناةُ، أخرجهُ الخمسةُ، وهذا لفظُ الشيْخَيْنِ. «الدّباءُ» القرع و«الحنْتمُ» جرار خضر كانوا يجعلون فيها الخمر و(النّقيرُ) أصل خشبة يَنْقر. و(المُزَفّتُ) الوعاء المطلى بالزّفتِ من داخل وهوَ المقير. وهذه الأوعيةُ الأربعةُ تسرعُ بالشّدةِ في الشّرابِِ وتحدثُ فيهِ القوّة المسْكِرة عاجلاً، وتحريمُ الانتباذ في هذه الظُروف كانَ في صَدرِ الاسْلامِ ثم نسخ.
Buhârî, İman 40, İlm 25, Mevâkîtu’s-Salât 2, Zekât 1, Farzu’l-Hums 2, Mevâkıb 4, Meğâzî 69, Edeb 98, Haberi’l-Vâhid 5, Tevhîd 56; Müslim, İmân 23, 24, 25 (17); Ebu Dâvud, Eşribe 7, (3692); Tirmizî, İman 5, (2614); Nesâî, İman, 25, (8, 120).
Bu rivayet çok farklı tariklerden gelmiştir. Hepsinde birbirini tamamlayan değişik bilgiler mevcuttur. İbnu Hacer Buhârî şerhinde ve bilhassa Kitâbu’l-İman’da hadisle ilgili pekçok teferruatı topluca sunar. Nevevî de Müslim şerhinde aynı şeyi yapar. Bunlardan bir kısmını özetleyeceğiz.
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelen heyete katılanların sayısı ile ilgili olarak bazan 14, 13, 40 gibi farklı rakamlar gelmiştir. Dikkatli tetkikler bu miktarı 45’e kadar çıkarmaktadır. Bir rivayette “13 kişilik süvâri” oldukları belirtilir. İbnu Hacer, heyetin 40 kişi olmakla birlikte 13’ünün reis durumundaki kimseler olabileceği, bu sebeple de binekleri bulunduğu tahminini yaparak te’lif eder. Muhtelif rivayetlerde zikredilen isimleri cemederek bu heyete katılanları ismen belirlemeye çalışır. Yirmiye yakın isim kaydeder.
Bu rivayet, Müslüman olmak için Medine’ye gelen heyetlerin miktarı ile alakalı bir bilgi verir ise de, rakamlara -rivayetlerdeki ihtilaf sebebiyle- fazla değer atfetmemek gerekir.
Heyetin başındaki zât el-Eşeccü’l-Abdî el-Asarî lakabını taşıyan el-Münzir İbnu Âiz (radıyallahu anh)’dir.
2. Bu heyet Medine’ye nisbetle doğu olan Bahreyn taraflarında yaşayan Rebî’a kabilesinin bir kolu olan Abdü’l-Kays karyesine mensubtu. Bunlarla Medîne arasında, henüz Müslüman olmayan Mudar kabilesi mevcut idi. Bunların daha önce İslâm’la şereflenmeleri şöyle izah edilir: Münkız İbnu Hayyan adında bir tüccar, eskiden beri Medine ile ticârî münâsebetlere sahibti. Sıkca gelip giderdi. Böyle bir uğrayışta, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le karşılaştılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın nübüvvet öncesi tanışlarından biriydi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ondan, kavmi ile ilgili bir kısım teferruat sordu, ileri gelenlerini ismen sayarak ne hâlde olduklarını öğrenmek istedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu alâkası Münkız’ın derhal Müslüman olmasına kâfi geldi. Fatiha ve Alak surelerini öğrenerek Medine’den ayrıldı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Münkız (radıyallahu anh)’la Abdü’l-Kays kabilelerine mektup yazarak İslâm’a dâvet etti.
Münkız (radıyallahu anh), dönüşte Müslüman olduğunu hemen ilân etmekten çekindi. Mektubu da veremedi. Ancak Münkız’ın yaşayışındaki değişme, ibadetleri hanımının dikkatini çekmiş ve yadırgamıştı. Bir ara mektup eline geçti. Bu hanım yukarda Abdü’l-Kays heyetinin başkanı olarak ismini kaydettiğimiz el-Eşecc’in kızı idi.
Kız, babasına giderek kocası Münkız’ın kuşkulu durumunu anlattı: “Kocam Medine’den döneli tuhaf bir hâl aldı. Ellerini ayaklarını yıkıyor, -kıbleyi göstererek- şu tarafa yönelerek bir hareketler yapıyor, bazan belini büküyor, bazan yere kapanıyor. Geleliden beri hep böyle yapar oldu.”
Babası, Münkız (radıyallahu anh) ile buluştu. Durumu konuştular. Münkız, İslâmiyet hususunda el-Eşecc’i ikna etti. O (radıyallahu anh) da Müslüman oldu.
Hz. Eşecc, kabilesinde İslâm’ı yaydı. Mektubu onlara okudu, toptan İslâm’a girmeye karar vererek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a bir heyet gönderdiler.
İşte yukarıdaki hadis bu heyetin gelişiyle ilgili bir sahneyi hikâye etmektedir.
Bazı başka rivayetlerde gelen bir tasrîhi de kaydetmek isteriz. Bu heyet, Medîne’ye yaklaşınca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) gâibden ihbar nevine giren bir mûcize olarak, ashabıyla yaptığı konuşmayı keserek: “Şu cihetten az sonra doğuluların en hayırlısı olan bir heyet gelecek” der. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onları karşılamaya gider.
3- Abdü’l-Kays hey’eti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e her zaman gelemeyeceklerini belirterek, cennete girebilmek için gerekli bilgileri, emirleri, yasakları öğretmesini isterler. Her zaman gelememelerinin sebebi aradaki Mudar kabilesidir. Onlar henüz müşriktir. Sadece haram aylarında yol emniyeti mevcuttur.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara hadiste görüldüğü üzere hac hâric İslâm’ın esaslarını öğretir ve bunlara ilâveten ganimetin beşte birinin vergi olacağı tâlim edilir. Hacc’ın niçin zikredilmemiş olabileceği üzerine âlimler çok farklı yorumlar yaparlar. İbnu Hacer hepsini reddederek: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada bütün farzları, haramları saymayı gâye edinmemiştir. Nitekim, haramlardan sâdece içki ile ilgili haram üzerinde durmaktadır…” der.
5- Hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın İman’ı tarif ederken kelime-i şehâdetten sonra namaz, oruç, zekat gibi İslâm’ın şartları’na giren amelleri sayması dikkat çekicidir. Daha önce de temas ettik, İslâm âlimleri çoklukla bu gibi nassî delillere dayanarak İslâm ve İman’ın aynı şey olduğunu söylemişlerdir.
Şurası muhakkak ki, iman daha ziyade kalb ve vicdanın amelidir. Bu ancak dil ile ifâde edilebilir, samimi olup olmadığını ise Allah bilir. İmanın bu yönü kulları ilgilendirmez. İslâm ise, imanın gerektirdiği amelleri ifade eder. Amel, imanın lâzımıdır. Ama imân olmadan da, münafıklarda olduğu gibi, amel olabilir. Kâmil mânâdaki imanla kâmil mânadaki amel birdir, ayrılması mümkün değildir.
6- Hadiste bir kısım kapların kullanılması yasaklanmaktadır. Bunlar cahiliye devrinde şarap yapımında kullanılan kaplardır. Şarap yasağından sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şarap yapılan kapların kırılmasını da -bazı rivayetlerde- emretmiş ise de sonradan temizlenerek kullanılmasına izin vermiştir. Yukarıdaki rivayet daha ziyade şıra yapımında bir kısım kapların kullanılmasını yasaklamaktadır. Çünkü bunlar tahammürü (şaraplaşma) hızlandıracağı için şıra’nın hemen şaraplaşmasına sebep olabilmektedir. Maamafih, İmam Mâlik, Ahmed İbnu Hanbel gibi bazı âlimler şarap yapılan kaplarla ilgili yasağın mensuh olmayıp, hâlâ devam ettiğine inanmaktadırlar.
(19)- Hadis
Hz. Ali (kerremallahu vechehu) diyor ki :
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: “Kişi dört şeye inanmadıkça mü’min olmuş sayılmaz: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed olduğuma, beni (bütün insanlara) hakla göndermiş bulunduğuna şehâdet etmek, ölüme inanmak, tekrar dirilmeye inanmak, kadere inanmak”
وَعَنْ عَلي بنْ اَبِى طَالِبٍ كرّمَ اللهُ وَجْهَهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ #: [لاَ يُؤمِنُ عَبدٌ حتّى يُؤمِنَ بأربَعٍ: يَشْهَدُ أن لاَ إلَهَ إلاّ اللهُ وَأنِّى مُحَمّدٌ رَسُولُ اللهِ بَعَثَنِى بَالْحَقِّ وَيُؤمِنَ بِالمَوْتِ، وَيُؤمِنَ بالْبَعْثِ بَعْدَ الْمَوْتِ، وَيُؤمِنَ بِالْقَدَرِ أخرجه الترمذى
Tirmizî, Kader 10, (2146).
Aliyyu’l-Kârî buradaki nefyin kemâl’e değil asl’a râci olduğunu belirtir. Yani, bu sayılanlardan birinin eksikliği nâkıs bir mü’minlik ortaya çıkarmaz, “küfr”ü ortaya çıkarır. Bu dört esas birbirinin lâzımıdır, kemâle erdiricisi değil.
1- İki şehâdetin ikrarı: Allah’ın birliği ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in bütün insanlığa gönderilmiş olduğu.
2- Ölüme, yâni dünyanın fâni olduğuna iman: Bunda Dehrîlerin iddia ettiği âlemin kıdem ve bekası inancının reddedilmesi söz konusudur. Günümüzde de bu inanç komünizm şeklinde berhayattır. Çünkü komünizm sadece bir ekonomik sistem değil, aynı zamanda bir inanç sistemidir. Temel akidesi dinleri “afyon” kabul edip tevhîdrisâlet-âhiret esaslarına dayanan dinleri reddetmektir. Âlemin terkibtahlil şeklinde ilânihâye devam edeceğini iddia eder.
Bu nebevî sözle, ölümün de Allah’ın yaratmasıyla (Mülk suresinin baş kısmına bakılsın) olduğunun ikrar edilmesi kastedilmiş olabilir. Çünkü bir kısım tabiatçılar ölümü “biyolojik mizacın bozulması”yla izah etmişlerdir.
Ba’sü ba’de’l mevt, yani ölümden sonra dirilmeye inanmak: Bu inancın içine hesap, cennetcehennem vs. inançları mevcuttur.
4- Kadere inanmak: Yani âlemde cereyan eden herşey Rabbülâlemîn’in takdiriyle, kaderiyle olmaktadır, tesâdüfe yer yoktur.
(20)- Hadis
eş-Şerrîd İbnu’s-Süveyd es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor :
“Ey Allah’ın Resûlü, dedim, annem bana, kendisi adına mü’mine bir cariye âzad etmemi vasiyet etti. Benim yanımda, Sûdanlı (nûbi) siyah bir cariye var, onu âzad edeyim mi?” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Çağır, onu (göreyim)” dedi. Çağırdım ve geldi. Cariyeye sordu: “Rabbin kim?” Cariye: “Allah!” dedi, tekrar sordu: “Ben kimim?” Cariye: “Allah’ın elçisisin!” cevabını verince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Bunu âzad et, zira mü’-minedir” buyurdu.
وَعَنْ الشِّرِّيدِ بن سويدٍ الثقفِى. قال: قُلتُ يا رَسُولَ اللهِ إنّ أُمِّى أوصَتْ أنْ أعْتِقَ عَنْهَا رَقَبةً مُؤمِنةً. وَعِنْدِى جَاريَةٌ سَودَاءٌ نَوْبِيةٌ أفأعْتِقُهَا؟ ادْعُهَا فَدَعَوْتُهَا، فَجَاءَتْ فقَالَ: مَنْ رَبُّكِ؟ قَالَتْ: اللهُ. قَالَ: فَمَنْ أَنَا؟ قَالَتْ رَسُولُ اللهِ، قالَ: اعْتِقْهَا فَإنَّهَا مُؤمِنَةٌ. أخرجه أبو داود والنسائى
Ebu Dâvud, Eymân 19 (3283); Nesaî, Vesâya 8, (6, 251).
1- Bu hadiste, bir kimsenin mü’min olup oladığına hükmetmek için aranması gereken temel vasıflar öğretilmektedir: Allah ve Rasûlüne inanmak. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu esasatın ikrarından sonra başka soru sorarak, tafsîle inmiyor. Sözgelimi Allah’ın isimlerini, sıfatlarını sormuyor. Namaz, oruç gibi amelleri yapıp yapmadığını da sormuyor. Müteâkip hadis de aynı mânayı te’yid etmektedir. Hatta Ebu Dâvud’un bir tahricinde câriye, konuşmaksızın, işaretle aynı şeyleri söylemektedir.
2- Cariyenin mü’mine olup olmadığının araştırılması, kefaret olarak âzad edilecek kölenin mü’min olması gerektiği içindir. İmam Şâfiî, Mâlik ve Evzâî bu çeşit nasslara dayanarak gayr-i mü’min köleyi âzâd etmekle kefâret ödenemiyeceğine hükmetmişlerdir.
Ancak Ebu Hanîfe ve Ashâbı, katl’le ilgili kefaret dışındakilerin gayr-i mü’min köle azad etmek suretiyle de yerine getirileceğine hükmetmişlerdir.
(21)- Hadis
Muâviye İbnu’l-Hakem es-Sülemî anlatıyor :
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelip: “Bir cariyem var, çoban olarak çalıştırıyor, koyunlarımı otlatıyordum. Yakınlarda bir koyunumu yitirdi. Ne oldu? diye sorunca, kurt kaptı dedi. Koyunun kaybolmasına üzüldüm. İnsanlığım icabı câriyenin suratına bir tokat vurdum. Bu davranışımın kefareti olarak bir köle azad etmeyi adadım. Onu âzad edebilir miyim?” diye sordum. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) cariyeye: “Allah nerede?” diye sordu O: “Göktedir” deyince, “Pekâlâ ben kimim? dedi. Cariye: “Sen Allah’ın Resûlüsün” cevabını verince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana yönelerek: “Bunu âzad et, zira mü’minedir” buyurdu.
وَعََنْ مَعَاوِية بن الحَكم السُلَمى. قال أتيتُ رسُولَ اللهِ فقلتُ: إنّ لى جَارِيةً كَانَتْ تَرْعى¹ غَنَماً لى فَجِئْتُهَا وَقَدْ فَقَدَتْ شَاةً فَسألتُهَا عَنْهَا، فقَالتْ أكَلَها الذِئْبُ فأسِفتُ علَيهَا، وَكُنْتُ مِنْ بَنِى آدَمَ فَلَطَمْتُ وَجْهَها وَعَلَىّ رَقَبةٌ أفأعْتِقُهَا؟ فَقَالَ لَهَا النبىُّ #: أينَ اللهُ تَعالى¹؟ قَالَتْ فى السّمَاء، قَالَ فَمَنْ أنَا؟ قَالتْ: أنْتَ رَسُولُ اللهِ فقَالَ: اعْتِقْهَا فَإنّهَا مُؤمِنةٌ. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والنسائى
Müslim, Mesâcid 33, (537); Muvatta, Itk 8, (2, 776); Nesâî, Sehv 20 (3, 18); Ebu Dâvud, Eymân 19 (3282).
Açıklama için önceki hadisin açıklamasına bakılsın.
(22)- Hadis
Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anh) anlatıyor :
Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle söylediğini işittim: “İmanın tadını, Rabb olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i seçip râzı olanlar duyar.”
وَعَنْ العباس ابن عبد المطّلب رَضِىَ اللهُ عَنْهُ. قَالَ: سمعتُ رَسُولَ اللهِ يَقُولُ: ذاقَ طعمَ الإيمانِ مَنْ رَضِىَ بِاللهِ ربّاً، وبِالإسْلامِ دِيناً، وَبِمُحَمّدٍ رَسُولاً، أخرجه مسلم والترمذى
Müslim, İman 56, (34); Tirmizî, İmân 10, (2625).
Nevevî’nin kaydına göre, Arapça’da râzı oldum demek “ona kanaat ettim, onunla yetinerek başkasına ihtiyaç duymadım” mânasına gelir. Böyle olunca, hadis, İslâm’a tam teslim olup, hayat yolu olarak onu seçmeyen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünnetini tüm olarak beğenmeyen insanın, îmanın gerçek lezzetini hissetmiyeceğini ihbar etmektedir. Kendisini Müslüman bildiği halde bir kısım emirlerini tenkid eden, beğenmeyen, beşerî veya şahsî mütâlaalar ileri süren kimse, kendini bu hâllerden kurtarmadıkça, imanın halâvet ve lezzetini tadamıyacak demektir.
Kadı İyaz, hadisle ilgili şu kıymetli yorumu yapar: “Hadise göre, bu vasıfları taşıyan bir kimsenin imanı sahîh, nefsi iman hakikatlarında mutmain ve ruhen rahat olur. Zira söylenen hususlardan râzı olması, onlar hakkında kesin bir bilgi sâhibi olduğuna, basîretinin dinî mesâile nüfuz ettiğine, imanî neş’enin kalbine girdiğine delil olur. Zira kim birşeyden râzı olursa, o şey ona kolaylaşır. İşte mü’minin hâli de böyledir. İman gerçek muhtevasıyla kalbine girdi mi Allah’a ibadet ona kolay ve zevkli gelir.”
(23)-Hadis
Abdullah İbnu Muâviye el-Gâzirî (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: “Üç şey vardır. Kim onları yaparsa imanın tadını alır: Sadece Allah’a kulluk eden, Allah’tan başka ilâh olmadığını bilen, her yıl gönül hoşluğuyla zekâtını veren! Zekâtını da yaşlı, uyuzlu, hasta, değersiz, küçük hayvanlardan vermez, aksine mallarının orta hâllilerinden verir. Zira Cenab-ı Hakk ne en iyisinden vermenizi emretmiştir, ne de en adisinden olana râzı olmuştur.”
وَعَنْ عبدِاللهِ بن مَعاوية الغاضري رَضِىَ اللهُ عَنْه. قَالَ: قَالَ رسُولُ اللهِ #: ثَلاثٌ مَنْ فَعَلَهُنّ فَقَدْ طَعِمَ طَعْمَ الإيمَان: مَنْ عَبدَاللهَ وَحدَهُ، وعَلِمَ أنّهُ لا َإلَهَ إلاّ اللهُ، وأعطى¹ زَكَاةَ مَالِهِ طِيبةً بِهَا نَفْسُهُ رافِدةً عَلَيْهِ كُلَّ عامٍ، وَلَمْ يعطِ الْهَرِمَةَ وَلاَ الدَّرِنةَ وَلاَ المريضَةَ ولاَ الشَّرَطَ اللئيمةَ ولَكنْ مَن وَسطِ أموالكُم فإنّ اللهَ تَعالَى لمْ يَسْأَلكُمْ خيْرَهُ وَلَمْ يأمُرْكُمْ بِشَرِّّهِ، أخرجه أبو داود.
Ebu Dâvud, zekât 4, (1582).
Burada da önceki hadiste olduğu gibi imanın tadını nasıl duyacağımız açıklanmıştır. Israrla durulan bir husus zekât olarak verilecek malın evsafıdır. Zekatın malın orta halli olanlarından verilmesi irşad ediliyor: Ne mal sâhibinin gönlünün takılıp kalacağı en iyisinden alınmalı, ne de alan kimsenin haysiyetini rencide edecek derecede en değersizlerinden verilmeli. Zekât toplayanların bu hususa riayet etmelerini emreden başka hadisler de mevcuttur. Söz gelimi, sürüden alınacak bir koyun, sürü sâhibinin hususî itinasına, emeğine mazhar olmuş en gösterişlisi olmamalıdır.
(24)- Hadis
Behz İbnu Hakîm İbni Mu’âviye İbni Hayde el-Kuşeyrî babası tarikiyle dedesinden şunu rivayet ediyor:
“Dedim ki: Ey Allah’ın Resûlü, ben sana gelirken, seni ve dinini benimsemiyeceğim diye şunların (ellerinin parmaklarını göstererek) adedinden fazla yemin ettim. Meğerse, Allah ve Resûlünün öğrettiği dışında hiçbir şey anlamayan bir kimseymişim. Şimdi Allah rızası için senden soruyorum. Allah seninle bizlere ne gönderdi?”
وَعَنْ بَهز بن حكيم بن معاوية بن حيدة القشيرى عن أبيه عن جده قال قُلتُ: يَا نبىًَّ اللهِ مَا أتيتُك حتّى حلفتُ أكثر من عدد هؤلاءِ (لأصابع يديه) أن لا آتيِكَ وَلا آتِىَ دِينَكَ، وَإنِى كنْتُ إمْرَأً لا أعْقَلُ شيئاً إلاّ ما عَلَّمَنِى اللهُ تَعَالى¹ وَرسُولُه، وَاِنى سألتُكَ بِوَجْهِ اللهِ تَعَالى¹، بِمَ بَعَثَكَ اللهُ إلينَا؟ قَالَ بِالإسْلاَمِ. قُلْتُ: وَمَا آياتُ الإسْلامِ؟ قَالَ أنْ تَقُولَ: أسلمْتُ وَجْهِىَ للهِ تَعَالى¹، وَتَخلّيْتُ، وتُقِيمَ الصّلاةَ، وَتُؤتِىَ الزّكاةَ، كلُّ مسلمٍ على مسلمٍ محرّمٌ أخَوَانِ نصِيرانِ، لا يُقبَلُ من مشركٍ بعدَ ما أسلم عملٌ أو يفارقُ المشركين إلى المسلمين. أخرجه النسائى
Nesâî, Zekât 72, (5. 82).
(25)- Hadis
Süfyan İbnu Abdillah es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Ey Allah’ın Resûlü, bana İslâm hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka kimseye İslâm’dan sormaya hacet bırakmasın” dedim. Şu cevabı verdi: “Allah’a inandım de, sonra da doğru ol” buyurdu. Müslim, İman 62, (38).
وَعَنْ سُفيَان بن عبدالله الثقَفِى رَضِىَ اللهُ عَنْه قَالَ [قُلْتُ: يَا رسُولَ اللهِ قُلْ لِى في الإسْلامِ قَوْلاً لاَ أسألُ عنهُ أحداً بعدَكَ. قَالَ قلْ: آمَنتُ بِاللهِ تَعَالى ثم استقِمْ. أخرجه مسلم
Müslim, İman 62, (38).
Bu hadis Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Cevâmi’u’l Kelim denen özlü sözlerindendir. Bir kaç kelimelik bir söz olduğu halde çok geniş ve derin mânaları kucaklamaktadır: Allah’ı bir bil, yalnızca ona inan, sonra dinin gösterdiği doğru yoldan git, tevhidden hiç ayrılma, ölünceye kadar Allah’a itaatten yüz çevirme” demek olup, hadis şu ayete de mutabıktır: “Rabbimiz Allah’tır; deyip sonra da doğrulukta devam edenlerin üzerine, melekler (ölümleri anında) inerler…” (Fussilet, 30).
(26)- Hadis
Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:
: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, Müslümandır”. Nesâî, İman 9, (8, 105). Buhârî, Salat 28.
وَعَنْ أنس رَضِىَ اللهُ عَنْه قَال: قَال: رَسُولُ اللهِ : مَنْ صَلّى¹ صَلاتَنَا، وَاسْتَقْبَلَ قِبلَتنَا، وَأكَلَ ذَبيحَتَنَا فَهُوَ المُسْلمُ. أخرجه النسائى وهو طرف من حديث طويل أخرجه البخارى وأبو داود والترمذى، رحمهم الله تعالى
Bu hadiste, bir kimseyi Müslüman addetmek için ne gibi fiillerin ölçü alınacağı [Sayfa]=237.açıklanmaktadır. 7, 8 numaralı hadislerde kişinin mü’min sayılması için aranması gerekecek itikadî durumlar belirtilmiştir.
Hadisin Buhârî, Ebu Dâvud ve Tirmizî’de gelen vechi biraz farklıdır: “Ben, insanlar Lâilâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim bunu söyler, namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimiz şekilde keserse onların kanları, malları bize haram olur…” şeklindedir.
Daha önce de geçtiği üzere, sadece kelime-i tevhid’in zikri, şehâdeti de tazammun ettiği içindir. Değilse, ulemanın ittifakıyla yalnızca Lailâhe illallah” demek bir kimsenin Müslüman sayılması için yeterli değildir. İbnu Hacer: “el-Hamdü’yü okudum” diyerek surenin tamamını kastedmemiz gibi Lâilâhe illallah kelimesiyle Muhammedurrasulullah kelimesini de kastederiz, bunlar ayrılmaz” der. Ancak şu da söylenmiştir: “Hadisin evveli tevhîdi inkâr edenler hakkında vârid oldu. Tevhîdi ikrar etti mi ehl-i kitab’a mensup bir muvahhid gibi olur. Böyle birisinin Müslüman sayılması için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın getirdiklerine inanması gerekir. Bu sebeple hadisin devamında zikredilen fiiller (namaz, kıblemize yönelme, kestiğimiz usulce kesilmesi -veya kestiğimizi yemeleri-) kelime-i tevhide atfedilerek eksiklik tamamlanmış, yanlış anlama ihtimali ortadan kaldırılmıştır. Esasen şerî namazın içinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın risâletine şehâdet mevcuttur. Hadiste, İslâm’ın, sadece birkaç meselenin zikriyle iktifa edilmesindeki hikmet şudur: Ehl-i kitap içerisinde namaz kılma, kıbleye yönelme, hayvanı kesme fiilleri mevcuttur. Ama bizimkinden ayrıdır. Bizim gibi namaz kılmazlar, bizim kıblemize yönelmezler, hatta kestiğimizi yemezler. Bu sebeple mezkur fiilleri bizim tarzımızda yapmadıkça Müslüman olamıyacaklarını ifade etmek için bu fiiller hassaten zikredilmiştir.”