(37)-Hadis

İbn-i Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Ben insanlar Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm’ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah’a kalmıştır”

عن ابْنِ عمرَ رضى الله عنهما، قال: قال رسولُ الله  ﷺ: [أُمِرْتُ انْ أُقَاتلَ الناسَ حتّى يشهدُوا أنْ لاَ إلَهَ إلاّ اللهُ وأنّ مُحمّداً رسولُ الله، ويُقِيمُوا الصَلاةَ، ويُؤتُوا الزَّكاةَ، فإذَا فَعَلُوا ذَلكَ عَصَمُوا منِّى دِمَائهمْ وَأمْوَالَهُمْ إلاّ بحقِّ الإسْلامِ، وحسَابُهُمْ علَى اللهِ] أخْرَجَهُ الشيخان، ولم يذكر مسلم: إلاّ بحقِّ الإسلامِ

  Buhârî, İmân 17; Müslim, İman 36, (22); Müslim’deki rivayette “İslâm’ın hakkı hâriç” ibâresi mevcut değildir.

Hadiste, İslâm’ın şartlarını yerine getiren kimsenin mal, can ve namus… emniyetinin sağlanacağı, kimsenin artık onu rahatsız edemiyeceği belirtiliyor.
Bu garantiden hâriç tutulan “İslâm’ın hakkı” ile, kanunî vecibeler kastediliyor: Yani zekât alınır, suç işlediği takdirde fiiline uygun ceza verilir demektir. Sözgelimi haksız yere birini öldürecek olsa, kısas edilerek o da öldürülür. Dinin tesbit ettiği bu çeşit müeyyide ve tahdîdler İslâm’a girene va’dedilen emniyet ve garantiye aykırı değildir.


(38)- Hadis

Ubeydullah İbnu Adiy İbnu’l-Hıyâr (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ashabıyla otururken bir adam gelerek gizlice bir şeyler fısıldadı. Ne gibi bir sır tevdi etmişti bilmiyorduk. Nihayet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onu açıkladı. Meğerse o zat, münafıklardan birini öldürmek için izin istiyormuş. Adama: “Peki o Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi bulunduğuna şehadet etmiyor mu?” diye sordu. Adam: “Hayır o şehâdeti ikrâr etmiyor” dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Namaz kılıyor mu?” diye sordu. Adam: “Hayır namaz da kılmıyor” deyince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Allah’ın öldürmekten beni men ettiği kimseler işte böyleleri” buyurdu”

وعن عبيدالله بِنْ عدى بن الخيار، قال [بينا رسُولُ اللهِ ﷺ جَالسٌ إذ جاءَهُ رجلٌ فَسَارَّهُ فلم ندرِ ما سارّه حتى جهَرَ رسولُ اللهِ ﷺ فإذا هو يستَأذنُه في قتلِ رجلٍ من المنافقينَ. فقال: أليس يشهدُ أن لا إلهَ إلاّ اللهُ وأنّ محمداً رسولُ الله؟ قال بلى، ولا شهادةَ له. قال أليس يُصَلِّى؟ قال بلى ولا صلاةَ لهُ. قال: أولئك الذينَ نهانى اللهُ عن قتلِهِمْ] أخرجه مالك

Muvatta, Kasru’s-Salât 84, (1, 171).

Şârihlerin açıkladığına göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kimse hakkında söylenenleri öldürülmesi için yeterli bulmamıştır. “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” dedirtmemek ve böylece “İnsanların kalbinde İslâm’a karşı hâsıl olabilecek nefrete meydan vermemek için” böylesi münafık zanlılarını öldürmekten Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamıştır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) “Bu münafıktır müsade et öldürelim” şeklinde gelen mükerrer teklifleri hep aynı şekilde cevaplıyacaktır:
“Hayır, ben “Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor”  dedirtmem.”


(39)- Hadis

Târik el-Eşca’î (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğini haber verdi:

“Kim Lailâhe illallah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimî olup olmadığı) meselesi Allah’a aittir.

وعن طارق الأشجعى رضى الله عنهُ قال: رسولُ اللهِ ﷺ: [مَنْ قالَ لاَ إلَهَ إلاّ اللهُ، وكَفَرَ بمَا يُعْبَدُ من دونِ اللهِ حرَّم اللهُ

Müslim, İman, 37, (23).

Beşerî münâsebetlerde son derece mühim bir husus, mü’minin mü’mine karşı alacağı tavırdır. Önce kim mü’mindir, kim değildir, bunun bilinmesi ehemmiyet taşır. Sonra mü’minin, mü’min yanındaki hürmetinin ve hukukunun bilinmesi, bu hukuk hangi hallerde kaybolur? bu hukuka riayet etmeme suçunun azameti vs. bilinmesi gereken bir kısım meseleler var. Ayrıca, buraya kadar Kitabu’l-İman’a giren rivayetlerden kaydettiğimiz pekçok hadiste bu meseleye temas edildiğini gördük. Öte yandan memleketimizin yakın tarihte yaşadığı ve hâlâ yaşamaya belli bir ölçüde devam ettiğimiz fitne şartlarında mü’minler arasındaki münâsebetlerin dinî ölçülerle tartışılmasının ehemmiyetini daha yakından gördük ve görmekteyiz.
Bu sebeple, bu mevzu üzerine, Sulh Çizgisi adlı bir kitabımızda etraflıca yapmış bulunduğumuz bir tahlili aynen kaydedeceğiz:
MÜSLÜMANI KÂFİRLİK, MÜNAFIKLIK VE BENZERİ
TÂBİRLERLE İTHAM EDEMEYİZ
“Birbirleriyle münasebette çeşitli dinî hizmet gruplarına mensup olanların düştüğü en mühim hata, birbirlerine tevcîh ettikleri yersiz tenkidler olduğu gibi, aralarındaki soğukluk ve husumeti artıran en mühim âmil de bu çeşit ithamlardır. Dinimiz, kime kâfir kime münâfık dendiğini, denebileceğini sarahatle belirtmiştir. Dinin herhangi bir hükmünü reddetmeyen kimse kelime-i şehâdeti ikrar ettiği müddetçe, farzları yerine getirmese de, diğer bir kısım günahlara banmış olsa da hiç kimsenin onu, din nâmına tekfire hakkı yoktur.
Akâid âlimleri: “Bir kimse kalbiyle inanmasa bile, diliyle imanı ikrar ettikten sonra kendisine Müslüman muâmelesi yapılacağını” ittifakla söylerler. Fetevâyı Bezzâziye’de “Muhammedu’r-Resûlullah” diyenin, “Âmentu bimâ âmene’r-Resûl [Resul (aleyhissalâtu vesselâm)’ün inandığına inandım] diyenin ve hattâ “Allahu vâhidun (Allah birdir)” diyen kâfirin bile Müslüman addedileceği, bir kimse birisi için Cami-i Kebîr’de namaz kılarken gördüm dese, bir başkası da: “mescidde onun namaz kıldığını” te’yid etse onun Müslüman addedileceği te’yid edilir.
Ehemmiyetine binâen, Hz. Peygmaber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hadislerinde bu meseleye tekrâr tekrâr yer verildiğini görürüz: Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)’e göre kelime-i şehâdet getiren herkesi Müslüman bilmek ve onlara Müslüman muâmelesi yapmak zorundayız. Nitekim şöyle buyurur. “Ben insanlarla, onlar lâilâhe illâllâh (Allah’tan başka tanrı yoktur) deyinceye kadar mücâdele etmekle emredildim, kim lâilâhe illâllâh derse, o, benden malını ve canını emin kılmıştır (bunu söyledikten sonra ben onun samimî olup olmadığını araştırmam). Gerçek hükmü ve hesâbı Allah’a kalmıştır.”
Bu hususla ilgili olarak, Hz. Üsâme’nin hâdisesi meşhurdur. İbnu Hişâm’ın rivayetine göre, bir mukâtele sırasında Hz. Üsame (radıyallahu anh), hasmı ile vuruşurken, galebe çalacağı sırada vuruştuğu müşrik, kelime-i şehâdet getirerek tevhidi ikrâr eder. Fakat Hz. Üsâme (radıyallahu anh), onun, bu ikrârı, ölümden kurtulmak için yaptığına hükmederek, hasmını öldürmekte tereddüd etmez. Medine’ye dönüşte durum Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)’e anlatılınca, hâdiseye ziyâdesiyle üzülüyor ve Üsâme’yi şiddetle azarlıyor: “Ey Üsâme, lâilâhe illâllâh diyen bir kimseyi niye öldürdün?” Hz. Üsâme (radıyallahu anh), kendisini şöyle müdâfaa ediyor: “Ey Allah’ın Resûlü, o, bunu ölümden kurtulmak için söyledi.” Bu cevap üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) “Kelime-i tevhîdi getireni niye öldürdün ey Üsâme” diye o kadar çok tekrâr ediyor ki, Hz. Üsâme (radıyallahu anh) üzüntüsünün büyüklüğünden: “Keşke o güne kadar İslâmiyet’e girmemiş olsaydım da böyle bir cinâyeti işlemekten uzak kalsaydım” temennisinde bulunur. Müslim’in rivayetinde Resûl-i Ekrem (radıyallahu anh) Hz. Üsâme’yi şöyle azarlıyor: “Onun bu ikrârda samimî olup olmadığını öğrenmek için kalbini yardın mı?” Ebu Dâvud’un rivayetinde buna şunu da ilâve ediyor: “Kıyâmet günü lâilâhe illallah diyen bir kimseyi öldürmenin hesâbını nasıl vereceksin?” Ashâbtan Sâ’d (radıyallahu anh)’ın “Üsâme öldürmedikçe, ben bir Müslümanı öldürmem” sözü, bu hâdisenin hem Üsâme (radıyallahu anh), hem de diğer sahâbîler (radıyallahu anh) üzerindeki te’sîrini gösterir.
Bu manayı te’yid eden daha enteresan bir rivayet Mikdâd İbnu’l-Esved’den gelmektedir. Der ki: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’a: “Bir kâfirle karşılaşsam, onunla mukâtele etsem, vuruşma sırasında kolumun birini kılıcıyla kesip atsa, arkadan da mağlub düşse ve benden aman dileyerek “Müslüman oldum” dese, ey Allah’ın Resûlü ben onu öldüreyim mi? dedim. “Hayır, öldürme” dedi. Ben tekrâr: “İyi ama ey Allah’ın Resûlü, o benim bir kolumu kestikten sonra bu ikrârda bulundu” dedim. Cevâben: “Hayır öldüremezsin, eğer öldürecek olursan o, sen onu öldürmezden önceki senin durumuna geçer, sen de, onun kelime-i şehâdeti söylemeden önceki durumuna geçersin (kâfir olursun)” cevabını verdi.
Kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdeti ikrâr etmenin, Müslüman vicdânda hâsıl etmesi gereken hürmetle ilgili bir başka misâle göre, böylelerine münâfık demek de kesinlikle yasaktır. Başta Buhârî olmak üzere siyer ve hadis kitaplarında geldiğine göre, bir sohbet sırasında (Müslümanlara çokça eziyet vermiş olan) Mâlik İbnu Duhayşin’in adı geçer. Ashâb’tan biri: “O, bir münafıktır, Allah ve Resûlünü sevmez” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) söze karışarak: “Böyle söyleme, görmüyor musun, lâ ilâhe illallah dedi ve bununla da Allah’ın rızasını taleb etmektedir” buyurur. Öbürü tekrâr: “Fakat biz onu daha ziyâde münâfıklara dönük ve onlara hayırhâh görüyoruz” derse de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla lâilâhe illallah diyeni Cenâb-ı Hakk ateşe haram kılmıştır” cevâbını verir.
Bu konunun ehemmiyetine binâen Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)’den bir başka misâl daha vereceğiz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün taşradan gelen zekât malını, İslâm hesabına kalbleri kazanılması icâb eden dört kişi arasında pay eder. Bu dağıtımından hisse alamayanlardan bâzıları memnuniyetsizliklerini izhâr ederler. Bunlardan bir tanesi haddi de aşarak: “Yâ Resûlallâh Allâh”tan kork, âdil ol!” der.  Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu ifade karşısında ziyâdesiyle gazaba geliyorsa da: “Yazık sana, yeryüzünde Allah’tan en çok korkan benden başka kim var?” demekle yetiniyor. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın üzüldüğünü gören Hâlid İbnu Velîd (radıyallahu anh), (veya Hz. Ömer) yanaşarak: “Ya Resûlallah müsâade buyur kellesini uçurayım” der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Hayır, belki o namaz kılacak (ve böylece Allah onu affedecek)” buyurur. Hz. Hâlid (radıyallahu anh): “Diliyle söylediği kalbindekine hiç uymayan ne kadar çok namaz kılan var” karşılığında bulunur. Hz. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu söz üzerine Hz. Hâlid (radıyallahu anh)’a verdiği cevap, şu âna kadar mevzubahs ettiğimiz bölücülük illetine en nâfi bir reçete olarak altın harflerle yazılmaya değer: “Ben insanların kalplerini araştırmak, karınlarını yarmakla emredilmedim.”
Bu hadislerin ışığı altında, herhangi bir Müslümanın tenkidi yapılırken: “Onun kıldığı namaza bakma, riyâdan ibâret”, “O, elâlemi aldatmak için hacıdır” gibi sözlerin dînen ne büyük ölçüsüzlük ve cinâyet olduğu anlaşılır.
Kur’ân-ı Kerîm’in nassına göre, değil namaz kılıp oruç tutan, İslâm âdâbına uygun selâm veren bir kimseyi bile Müslüman kabul edip öyle muâmele etmek gerekmektedir: “Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size (Müslümanca) selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatlerini arayarak: “Sen mü’min değilsin” demeyin (Nisa, 94).
Ayetin sebeb-i nüzulü, konumuz yönünden oldukca enteresan: Kaynaklarımızın -bizim için pek mühim olmayan- farklı rivayetlerine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından belli bir vazîfenin ifâsı için yollanan askerî bir birlik -veya seferde olan bir Müslüman grup- Batn-ı İdam denilen meskûn mahalle varınca, bütün halk önlerinden kaçıyor, sâdece bir zengin (veya çoban) mallarının başında kalarak Müslümanlara yaklaşıp “İslâmca” selâm veriyor. Fakat Muhallem İbnu Gassam onu öldürerek mallarına el koyuyor. Sefer dönüşü, hâdise, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e rapor edilince, yukarıdaki âyet nâzil oluyor. Hadis ve siyer kitaplarında gelen sarâhate göre hâdisenin fâili kısa bir müddet sonra ölüyor. Cenâzesi toprağa verilince yerin cesedini kabul etmediği, üç sefer gömüldüğü hâlde her defasında dışarı atıldığı belirtilir. Durum Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e haber verilince: “Arz, aslında bundan daha şerîrlerini de kabul eder. Fakat Allah size, “lâilâhe illâllâh” cümlesine hürmetin ehemmiyetini göstermek istedi” der.
Yukarıda zikredilen âyetin harp gibi en kritik bir anda dahi “İslâmca selâm” verene Müslüman muâmelesi yapılmasını emretmesi karşısında, Müslüman olduğunu her şeyiyle ilân eden, hatta İslâm’a hizmeti kendine şiar edinen kimseleri, mensub olduğu partisi veya intisâb ettiği grubu ayrıdır diye kırıcı sözlerle ithâm etmenin, İslâmî ölçülere ne derece uygun düştüğünü okuyucu takdir etsin.
Bu söylenenlerle ilgili olarak, şunu da belirtelim ki, İslâm inancında, bir kimseyi tekfir etmek son derece tehlikeli, son derece büyük vebâli olan bir davranıştır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: “Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür, ithâm edene döner.” Bu hadiste dile getirilen tehdîdin ciddiyetini belirtmek için şunu kaydedelim ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat dışında kalan sapık mezheplerden Hâricîler’in tekfîr edilip edilemiyeceği münâkaşasında bâzıları, bir Müslümanı tekfir etmenin mesûliyetinin büyüklüğünü göz önüne alarak, ortadaki mübhemiyet sebebiyle, müsbet veya menfî hiçbir şey söylememeyi tercih ederken, tekfîr edilmeleri gerektiğine kaail olanlardan bir kısmı da görüşlerine delil olarak yukarıdaki hadis-i şerifi zikretmişler ve: “Onlar İslâm ümmetini tekfir ettiklerine göre kendileri kâfir olmuştur” demişlerdir. Bu düşüncede olan Kadı İyaz eş-Şifâ’da aynen şunları söyler: “Ümmeti, dalâlet ve bütün Ashâb’ı küfürle ithama müncer olan herhangi bir söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz.”
Burada kaydı gereken bir başka mühim hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in İslâm ümmetinin 73 fırkaya ayrılıp bunlardan sâdece birinin fırka-ı nâciye (yâni kurtuluşa erecek olan hak yoldaki fırka) olacağını haber verdiği rivayettir. Muhtelif vecihlerle gelmiş olan hadisin bir vechinde, hidâyet üzere olup kurtuluşa erecek bu grubun kimler olduğunu, dinleyenlerden bazıları sorunca şu cevap verilmiştir: “Onlar, benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah’ın dini üzerinde cidal ve münâkaşaya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhîd ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.”
Hülâsa, İslâm âlimlerinin, ittifakla Muhammed ümmetinin dikkatlerini çektikleri bir husus, tekfir meselesi olmuştur. Buradaki titizliği Hüccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî’nin şu sözleriyle hülâsa edelim: “İmkân nisbetinde bir Müslümanı kâfirlikle ithâmdan (tekfîrden) kaçınmak gerek… zira, tevhîd’i (Allah’ın bir olduğunu) ikrâr eden musallî kimselerin kanını helâl addetmek hatâdır. Hatâen bir Müslümanın kanını dökmektense hatâen bir kâfire hayat hakkı tanımak evlâdır.”
DÜŞÜLEN MÜHİM BİR HATA: Zamanımızda etrafındaki Müslümanları, bazı kusurları sebebiyle, tekfire kadar varan aşırı ithamlarla karalayan kimselere sıkca rastlamaktayız. Bunlar arasındaki mevki ve mertebece üstün olanlar, diploması ve hattâ te’lifi bulunanlar da görülür. İçtimâî durumları icâbı kazandıkları itibâr ve saygı sebebiyle bu çeşit fikirleri alâka ve hattâ taklide mazhar olduğu için onların bir hatâları derhâl binler, yüzbinler ve hattâ milyonlara mal olmaktadır.
Bu kimselerin niyetlerini münâkaşa edecek değiliz. Niyetleri Allah bilir. Tamamen hüsnüniyetle dine hizmet maksadıyla hareket ettiklerini kabul etsek bile, tefrika ve hizipleşmeleri artırdıkları, husumeti katılaştırdıkları için, netice itibâriyle niyetlerine ters düşerek zararlı olduklarını, kaş yapmak isterken göz çıkardıklarını söyleyebiliriz.
Böylelerinin hatası, dinî bilgilerinin sığlığında ve sathîliğinden ileri gelmektedir. Muhâtaplarını itham ederken dayandıkları delil sâbit ve katı olmakla beraber verdikleri hükme delâletleri zannîdir ve yaptıkları kıyâs fâsiddir.
Söylediğimiz bu hususu açıklama sadedinde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in küfre nisbet ettiği bazı fiilleri işleyenler hakkında âlimlerin yaptığı değerlendirmeleri ve sundukları îzahları zikredebiliriz:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde: “Zina yapan bir kimse, zinâ yaptığı esnâda, mü’min olarak zina yapmaz. Şarap içen kimse de, içme ânında, mü’min olarak şarap içmez. Hırsız da, hırsızlık esnâsında, mü’min olarak hırsızlık yapmaz” buyurur.
Bir diğer hadiste: “Babalarınızdan yüz çevirmeyin. Kim yüz çevire(rek başkasına, bile bile baba diye)cek olursa bu davranışı küfürdür” buyurur.
Bir diğer hadiste: “Sizden biri kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz” buyurur.
Bir diğer hadiste: “Sünnetimden yüz çeviren bizden değildir” buyurur, vs.
Misâller çoktur. Âlimlerimizin açıklamasına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu çeşit ifâdelerinde mutlak mânada imanın yokluğunu murat etmemiştir, kâmil mânada imanın yokluğunu murad etmiştir. Sözgelimi, içki içen kimse imânını kaybetmemiştir, fakat kemâl mertebedeki imandan mahrumdur. Kendisi için istediğini kardeşi için istemeyen kıskanç ve bencil kişi de böyle, mutlak mânada gayr-ı mü’min (yâni kâfir) demek değildir, belki kâmil bir iman sâhibi değildir demektir. Keza babasını inkâr edip, bir başkasına baba diye iddiaya kalkan kimse de kâfir değildir. Nitekim bu hadisi dilimize çevirirken merhum Kâmil Miras, belirtmeye çalıştığımız inceliği tebârüz ettirecek bir şekilde: “Küfrân-ı nimet etmiştir” der.
Hülâsa bu çeşit hadisler: “Tam ve mükemmel bir imana sâhip olan kişi, zina yapmaz… içki içmez… hırsızlıkta bulunmaz… babasını inkâr etmez… başkası hakkında dâima hayırhâh olur… sünnete uyar…” demek istemekte, bu fiillerin imanı zedeleyip derecesini düşüreceğine Müslümanın dikkatini çekmektedir.
Bazı âlimler de bu ifâde şeklinden maksadın, bu günahların büyüklüğüne dikkat çekmek, bunlardan şiddet ve büyük bir tehdîd yoluyla menetmek olduğunu söylemişlerdir ki, bizim için her iki izâh da yerindedir ve doğrudur.
Yeri gelmişken Müslümanların, yukarıdaki anlattığımız sığlık ve sathîlik sebebiyle en ziyade hataya düştükleri bir başka grup hadislere de dikkat çekmek istiyoruz. Bunlar münafıklığın alâmetleriyle ilgili hadislerdir. Bunlar vâizlerce sıkca tekrar edildiği için herkesce bilinen ve herkesce yanlış hükümlere mesned edilen hadislerdir:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: “Üç vasıf vardır ki bunlar kimde bulunursa o kimse hâlis münâfıktır. Bunlardan biri kimde bulunursa, onda, bunu terkedinceye kadar münâfıklığa has olan bir haslet mevcut demektir: “Kendine itimâd edilince ihânet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünü tutmaz.”
Bir başka rivayette de: “İmanın delili Ensâr sevgisidir, nifâkın (münafıklığın) alâmeti de Ensâra buğzetmektir.” “Ensârı ancak mü’min olan sever, münâfık olan buğzeder. Onları seveni Allah sever, Onlara buğzedene Allah buğzeder” der.
Bu hadislere dayanarak, hadiste söz konusu edilen sıfatlardan birini herhangi bir Müslümanda görünce, onu, “diliyle mü’min, ameliyle Müslüman görünmekle berâber kalbiyle Allah’ın varlığı ve birliğine inanmayan, Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’in peygamberliğini reddeden ve Allah nazarında kâfirden de beter olduğuna inanılan” gerçek mânada “münâfık”lıkla itham etmek, gerçekten din nâmına işlenen bir cinâyet, affı zor bir hatadır; içinde yüzülen katmerli bir cehâletin tezâhürüdür.
Dikkatle bakılınca görülür ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, bir kısım huyların Müslümana asla yakışmadığını, İslâm’ın şiddetle reddettiğini ifade etmektedir. Hadiste yer alan “Kimde bunlardan biri varsa onu terkedinceye kadar kendinde münâfıklığa has bir haslet vardır” meâlindeki cümle söylediğimiz husûsu te’yid eder. Nitekim Nevevî, “Kim cihad etmeksizin ve içinden cihâd etme hususunda bir arzu da geçirmeksizin ölürse nifâktan bir şube üzerine ölmüştür” hadisini açıklarken aynen şunları söyler: “Hadisten murad şudur: Kim böyle yaparsa, bu vasıfta (uydurma bahanelerle evde kalıp) cihada katılmayan münâfıklara benzemiş olur. Zira cihâdı terk, nifâkın şubelerinden biridir” der.
Öyle ise, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle mezkûr sıfatlardan birini kimde görürseniz onu, münâfıklıkla itham edin, münâfıklara yapılması gereken muâmeleyi yapın, herçeşit selâm ve teması kesin, demek istemiyor. Aksine “beşerî münâsebetlerinizde bu sıfatlara yer vermeyin, kim kendisinde bu huylardan, bu hasletlerden birini görür veya hissederse çabuk ondan kurtulmaya çalışsın, nefsinde bir mü’mine yaraşmayan, ancak münâfıklara yaraşan sıfatlara yer vermesin” demek istemektedir.
Bir başka ifadeyle, bu hadislerden anlıyoruz ki, insanda bulunması muhtemel sıfatların bir kısmı güzeldir, hoştur, diğer bir kısmı çirkindir, kötüdür. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Müslüman ve mü’min kişiyi iyi sıfatların kazanılmasına teşvik ederken, kötü sıfatlardan da men etmiştir. Arzu edileni ve ideal olanı mü’minde hiçbir kötü sıfatın bulunmaması, hep iyi sıfatların, güzel huyların yâni “Müslüman olan”  vasıfların bulunmasıdır.
Ancak fiiliyatta durum öyle değil. Kâfir ve münâfıkta, iyi ve hoş olan “Müslüman sıfatlar” bulunduğu gibi mü’minde de iyi ve hoş olmayan “kâfir ve münâfık sıfatlar” bulunabilmektedir. Nasıl ki, Allah’ın varlığını ve Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’in peygamberliğini dili ile söyleyip kalbi ile de tasdîk etmeyen bir kimse ne kadar iyi huylar, güzel ahlâklar, “Müslüman sıfatlar” taşısa dahi biz ona yine de, -kendisinde bulunan bu Müslüman sıfatlara bakarak- “müslüman” diyemiyorsak, kelime-i şehâdeti ikrar eden bir Müslümana da kendisinde bulunan gayr-ı müslim bir vasfı, kâfir bir ahlâkı sebebiyle kâfir damgasını vuramayız. Ondan tekfirini gerektiren söz ve fiillerin sudûru başka meseledir.
Meselâ, en mühim İslâmî sıfatlardan biri, cömertliktir. Herhangi bir menfaat beklemeksizin başkalarının faydalanmaları için yapılacak bağışlar, sadakalar, iyilikler dinimizde çok övülmüş ve bunlara teşvik de edilmiştir. Fakat bir kâfir, yeryüzünü dolduracak kadar bağış ve sadakada da bulunsa biz ona yine Müslüman nazarıyla bakamayız. Zira Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır: “Hakikat, küfrededenler ve kendileri kâfir olarak ölenler (yok mu?) onlardan hiçbirinin (bilfarz) yeryüzünü dolduracak miktarda altını dahi -onu fedâ etse- kat’iyyen makbul olmaz. İşte onlar; pek acıklı bir azap onların (hakkı)dır. Kendilerinin hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Âl-i İmrân 91).
Bu âyet, kâfirde bulunan cömertlik gibi “Müslüman bir sıfat”ın hükmünü belirtmektedir. Aynı hükmü diğer güzel sıfatlara da teşmil etmemize bir mâni yoktur. Nitekim bir başka âyette: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa ondan (bu dîn) kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır” (Âl-i İmrân, 85) denmektedir.
Müslümanda bulunan gayr-i müslim sıfatların -ki hadislerde bunlar küfür ve nifaka nisbet edilmişlerdir- hükmünü anlamada Ebû Zer hazretlerinden (radıyallahu anh) gelen şu rivayete bakalım:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelmiştim, uyuyordu. Uyanınca yanına oturdum. (konuşmamız) sırasında: “Lâilâhe illallah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider” buyurdu. (Hayretle) sordum: “Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?” Cevâben: “Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!” dedi. (Ben hayretimi yenemiyerek yine) sordum: “Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yine: “(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da” cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine, “Evet, Ebû Zerr’in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu…” Halbuki az yukarıda bu iki sıfatın bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından küfre nisbet edildiğini görmüştük.
Demek oluyor ki tek bir hadis veya tek bir âyete bakıp hüküm yürütmek bizi hataya sürüklemektedir.
Âyet-i kerîmede günahlar konusunda: “Allah (celle celâluhu) kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder” (Nisa, 48) buyurmaktadır.
İslâmî ölçü bu. Allah’a ve âhirete inanan kişi bu ölçülerin dışına çıkmaz. Bunların yerine kendisinin veya diğer eşhâsın hevâsından gelen karanlıklı, nursuz ölçüleri koymaz.
Yine Müslüman kişi bilir ki, tek bir hadis veya tek bir âyete bakarak hüküm yürütülmez. Bu davranış çoğu kere hataya sevkeder. Âyet ve hadislerin nâsih ve mensuhları, mücmel ve âm olanları vardır. Bunları tefrik ve te’lif işi âlimlerin vazifesidir. Mü’mine düşen âlimlerin yolunu tâkip etmektir. Bu davranış tarzı, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in yolu, İslâm ümmetinin cadde-i kübrasıdır.


(40)- Hadis

Ubadetu’bnu’s-Sâmit (radıyallahu anh) anlatıyor:

Biz, bir seferinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le aynı cemaatte beraber oturuyorduk ki: “Allah’a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina fazîhasını işlememek, Allah’ın haram ettiği cana meşrû bir sebep olmaksızın kıymamak şartları üzerine bana biat edin” buyurdu.

عن عبادة بن الصامت رضى الله عنهُ. قال [كُنّا مَعَ رسُولِ اللهِ ﷺ في مجلسٍ فقال: ألاَ تبايعونِى عَلى أنْ لا تُشرِكُوا باللهِ شيئاً، وَلاَ تَسْرِقُوا، وَلاَ تَزْنُوا، ولاَ تَقْتُلُوا النفسَ التى حرَّمَ اللهُ إلاّ بالحقِّ].

Buhârî, iman 11; Müslim, Hudud 41, (1709); Nesâî, Bey’a 17, (7, 148); Tirmizi, Hudud 12, (1439).

1- Türkçemizde biat diye bilinen kelimenin Arapça aslı bey’at’dır. Aslında herhangi bir satış akdinin el sıkışması ile tamamlanmasına denir.
Siyasî mâhiyette imamla teba’a arasında cereyan eden itaat anlaşması da ticarete benzetildiği için bey’at adını almıştır ki buna mübâya’a denir. Taraflardan biri olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sevab vaadetmiş, öbür taraf da itaat sözünde bulunmuştur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la Müslümanlar arasında ilk defa Birinci Akabe Bey’atı olmuş, sonra İkinci Akabe Bey’atı olmuştur. Hudeybiye’de bir ağaç altında cereyan eden ve 1500 kadar Müslümanla yaptığı Bey’atu’r-Rıdvân da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in cemaatle yaptığı belli başlı bey’âtlardır. Bunlardan başka, hicreti müteakip Medineli kadınlarla yaptığı bey’at de belirtilmesi gereken toplu bey’atlerden biridir. Ayrıca pekçok ferdlerle de münferid bey’at akitlerini yapan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in bazan çocuklarla da bey’at yaptığı olmuştur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e Akabe’de yapılan biat’de Ensar şöyle demişti: “Ey Resûlullah! Diyarımıza gelinceye kada senin hak ve hürmetinde mesul değiliz. Bize gelirsen hak ve hürmetin üzerimize vâcib olur. Kendimizi, çocuklarımızı, kadınlarımızı her neden korursak seni de ondan koruruz. “Yukarıda metni Ubâdetu’bnu’s-Sâmit’in rivayeti olarak kaydedilen bey’at de Akabe’de akdedilmiştir ve bu Bey’atu’n-Nisâ diye meşhurdur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu  bey’atle, İslâm’ın ana meselelerinin tatbikatını ve kendisine itaati garanti altına almıştır. Bu akdi, İslâm devletinin ortaya çıkmasında atılmış ilk ciddî adım, ilk temel olarak görebiliriz.”(42)
2- Hadiste geçen, izaha muhtaç bir husus, işlenen cinâyetlerin cezası dünyada çekildiği takdirde, âhirette bu suçtan muâheze edilip edilmiyeceği meselesidir. Yukarıdaki hadiste, dünyevî cezanın kişiyi temizliyeceği açık bir dille ifade edilmiş olmasına rağmen, başka hadislerde beyan edilen tereddüd sebebiyle, âlimler hududun kefaret olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ancak, çoğunluk, yukarıda kaydedilen hadisin sıhhatçe üstünlüğünden hareketle, irtidad sebebiyle tatbik edilen ölüm cezası dışındaki had cezâlarının kefaret sayılacağı görüşünü benimsemiştir. Mürtedin haddi hariç tutulmuştur, çünkü yukarıdaki  hadiste muhatap mü’minlerdir. Halbuki, mürted İslâm’dan çıkmakla mü’minlik vasfını kaybetmiş ve dolayısıyla mü’mine vâdedilen “kefaret” lütfunun dışında bırakılmıştır.
[Dipnot]=42. Biât’ın târihi gelişimi, Osmanlılarda biat şekli vs. hakkında geniş bilgi için Mehmet zeki Pakalın’ın Osmanlı Tarih deyimleri ve Terimleri Sözlüğü adlı ansiklopedik lügatine bakılsın (1, 228-231)
3- Temâs etmemiz gereken bir diğer husûs, her çeşit şarta, hakkımızın çiğnenmesine rağmen idarecilerle mücadelenin yasaklanması, sabretmenin emredilmiş olmasıdır. Âlimler, bunu, “daha büyük zararı önlemek için” diye izah ederler. Maamafih “Fitneye meydan vermeden bertaraf edilebilecekse zâlim sultana karşı konabilir” diyen âlim de mevcuttur.


(41)- Hadis

Avf İbnu Mâlik el-Eşca’î (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in huzurunda 7 veya 8 veyahut da 9 kişiydik. “Allah Resulü’ne biat etmiyor musunuz?” dedi. Ellerimizi uzatarak: “Hangi şartlara uymak üzere biat edeceğiz ey Allah’ın Resûlü?” dedik. Şu cevabı verdi: “Allah’a ibadet etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak (verilen emirlere) kulak verip itaat etmek -ve bu sırada gizli bir kelime fısıldayarak devamla- “Halktan hiçbir şey istemeyin” buyurdu. Avf İbnu Malik ilâveten der ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’i benimle dinleyen o cemaatten öylelerini biliyorum ki, bineğinin üzerinde iken kazara kamçısı düşse kimseye “Şunu bana verir misin?” diye talebde bulunmaz (iner kendisi alır)dı.

” Müslim, Zekat 108, (1043); Ebu Davud, Zekat 27, (1642); Nesâî, Salât, 5, (1, 229); İbnu Mâce, Cihâd 41, (2867).

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(42)- Hadis

İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e kulak vermek ve itaat etmek şartıyla biat ederken “Gücünüzün yettiği şeylerde” diyordu.

وعن ابن عمر رضى اللهُ عنهُما قال: [كُنّا إذا بايعنَا رسولَ اللهِ ﷺ على السمعِ والطاعةِ يقولُ لنا: فيما استطعتم]. أخرجه الستة

Buhârî, Ahkam 42; Müslim, İmâret 90, (1867); Nesâî, Bey’at 18, (7, 148); Tirmizî, Siyer 37, (1597); Muvatta, Bey’at 1, (2, 982); İbnu Mâce, Cihâd 43, (2874).

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(43)- Hadis

Ümeyme bintu Rukayka (radıyallahu anh) dedi ki:

“Ensâr’ dan bir grup kadınla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelip kendisine: “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, çalmamak, zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, halde ve istikbalde iftira atmamak, sana meşrû emirlerinde isyan etmemek şartları üzerine biat ediyoruz” dedik. Hemen ilâve etti: “Gücünüzün yettiği ve takatınızın kâfi geldiği şeylerde”. Biz: “Allah ve Resûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi biat edelim” dedik.

وعن أُمَيْمَةَ بنتُ رقيقة رضى الله عنها قالت: [أتيتُ رسولَ اللهِ ﷺ في نسوةٍ منَ الأنْصَارِ فقُلْنَا: نُبَايِعُكَ على أنْ لا نُشْرِكَ باللهِ شيئاً، ولا نَسْرقَ، ولا نزنَى، وَلا نقتلَ أولادَنَا، ولا نأتىَ ببهْتَانٍ نفتريهِ بينَ أيدينَا وأرجُلِنَا، وَلا َنَعصِيكَ في معروفٍ، فقالَ فيمَا استطعتنَّ واطقتنَّ. فَقُلْنَا: اللهُ ورسُولهُ أرحم بنا منا بأنفسنا، هلمَّ نبايعك. قال سفيان رحمهُ الله تعالى: تعنِى صافحنا؟ فقال: لا أصافحُ النساء إنما قولى لمائةِ امرأةٍ كقولى لامرأةٍ واحدةٍ] أخرجه مالك والترمذى والنسائى

Muvatta, Bey’a 2, (2, 982); Tirmizî, Siyer 37. (1597).

1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) gerek kadınlarla ve gerekse erkeklerle biat yaparken, onlara, “gücünüz yeten hususlarda” kaydını koymuş, hatta bunu söylemelerini telkin etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ümmete güç yetiremiyeceği teklifte bulunmamıştır (Bakara, 286). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu kaydı koyması, hanım sahâbeler üzerinde ikna edici tesir bırakmış olmalı ki onlara: “Allah’ın Resûlü bize, kendimizden çok daha merhametli” dedirtmiş ve bazı rivayetlerde görüldüğü üzere “Haydi ey Allah’ın Resûlü elini uzat sana hemen biat edelim” diye acele ile biat kararını vermelerine sebep olmuştur.
2- Yukarıdaki metinden de anlaşıldığı üzere, kadınlar da erkekler gibi el sıkışarak biat etmek istemişler, ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) belki de ilk defa, bu vesîle ile, İslâm’ın yeni bir âdabını teşrî buyurmuştur: Birbirlerine nikah düşen kadın ve erkek el ele tutuşamaz.
Zürkânî, bu hadiseyi açıklayıcı başka rivayetler sunar. Bunlardan birine göre “Kadınlar mubâya’a (biat) sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın elini, elbisesinin üstünden tuttular.”
Bir başka rivayette de: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elinde bir sevb (giyecek parçası) olmadıkça, bey’at sırasında kadınlarla müsâfaha etmezdi (tokalaşmazdı)” der. Keza Buhârî’de Hz. Aişe’den gelen bir rivayette “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadınlarla “Ey Peygamber! mümine kadınlar, Allah’a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmememk, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve ma’ruf olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et; onlara Allah’tan mağfiret dile…” (Müntahine, 12) mealindeki ayetle bey’at yapardı. O’nun eli, ailesine mensup olanlar dışında hiçbir kadının eline değmedi” buyurulur.
Hülasa, bütün rivayetler, bilittifak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bey’at sırasında kadınların ellerine çıplak olarak değmediğini ifade eder.
BİR İSTİTRAD:
İMAMET VE İTAAT MESELESİ
İslâm’a göre imam (devlet reisi) kimdir, şartları, vasıfları nelerdir, nasıl tayin edilir, hangi sebeplerle azledilir?
İtaat nedir, sınırları nelerdir, hangi sebeplerle itaat edilmez? vs.
Hergün konuşulan, münâkaşa edilen sorular… meseleler.
Bu sorulara, ana kaynaklara inerek bulduğumuz cevapları İslâm Işığında Anarşi adlı kitabımızda neşretmiştik. Ehemmiyetine binaen burada iktibas ediyoruz.
DİNİMİZDE İTAATE VERİLEN EHEMMİYET
“Fitne ve fesadın önlenmesinde adâletin tatbikatından sonra diğer mühim bir prensibin itaat olduğunu söyleyebiliriz. Aslında itaat de adaletin bir parçasıdır. Zira itaat, bir başka ifade ile kişinin haddini bilmesi, dinin gösterdiği çizgi üzerinde kalmak sûretiyle Allah’a karşı ahd u mîsâkını ödemesidir. Aslında Müslüman olan her ferd şuurla, zâhiren olmasa bile zımnen Allah’la bir akit yapmış, Allah’ın emirlerine uymayı taahhüt etmiş demektir. Şu hâlde her mü’min, her Müslüman kişi, bu taahhüdünü yerine getirmek sûretiyle Allah’a karşı borcunu ödeyip, adâleti sağlamakla mükelleftir.
Kur’ân-ı Kerîm pek çok âyetiyle bu itaat keyfiyetini te’yid eder. Dinin hakîki mânada tezâhürü mü’min kişiye vâdedilen, dünyevî ve uhrevî nusret, zafer, mükâfat ve nimetler hep bu “itaat” vazifesinin yerine getirilmesine bağlanmıştır. Dünyevî saadet, içtimâî terakkî, ferdî kemâlât hepsi hepsi “itaat” keyfiyetine bağlıdır. Allah’a hakîki mânada itaat etmeyen kimse, veya cemiyet dinin vâdettiği ne dünyevî, ne de uhrevî mukâfatları beklemeye hak sâhibi değildir:
“Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetine koyar” (Nisan ,13).
“Kimler Allah’a ve Resûl’e itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimselerle beraber olur” (Nisa, 69).
“Kim Allah’a ve Resûlüne itaat eder, Allah’tan korkar ve çekinirse işte onlar kurtuluşa erenler (üstün gelenler)dir.” (Nûr, 52).
“Allah’a ve O’nun Resûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za’fa düşersiniz, rüzgarınız (kesilip) gider. Bir de sabr (ve sebat) edin (katlanın). Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfal, 46).
İtaat Edilecek Üç makam: Burada dinin, itaat edilmesi gerekli emirlerini saymaktan ziyade itaatin ehemmiyetini belirtmeye, “itaat edin”  emrini nazar-ı dikkate vermeye çalışacağız.
İslâm dini itaat edilecek üç makam gösterir: Allah, Allah’ın Resûlü ve ululemr. İlk ikisine itaati, yan yana ve mükerrer seferler bizzat Kur’ân-ı Kerîm dile getirir. Zira esas itaat Allah ve Resûlüne olan itaattir. Ululemre (yâni otoriteye) olan itaat ise, onların emirleri Allah ve Resûlünün emirlerine uyduğu, muvâfık düştüğü takdirde meşrûdur, mûteberdir. Maamâfih, Kur’ân-ı Kerîm’de bir kere de bu üç makam berâberce zikredilerek itaat emredilir:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan emir sâhiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve Peygamber’e döndürün, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir” (Nisa, 59).
Ululemr: Halkımızın diline ululemr olarak, Kur’ân’daki şekliyle girmiş olan bu tâbire bâzan “emir sâhibi”, bâzan “veliyyülemr” şeklinde rastlarız. Aynı mânada olmak üzere sultan, imam gibi başka tâbirlerin kullanıldığına da şâhit oluruz.
Sahâbe ve Tabiî’nden bu yana ululemrden kastedilen kimseler hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısmı bununla “ulemâ”nın kastedildiğini söylerken diğer bir kısmı “ümerâ”nın kastedildiğini ileri sürmüştür.
Nevevî daha pratik bir târif kaydeder: “Ululemr, ümerâ ve vâlilerden, itaat edilmesi Allah tarafından vâcib kılınmış olan herkestir. “Ve bu târifin, halef ve selef -müfessir, fakih vs. her çeşit- âlim zümrelerinin ortak görüşü olduğunu belirtir.
Ömer Nasûhî Bilmen, fıkıh ıstılâhı olarak ululemr’i şöyle târif eder: “Ya İslâm cemâatinin intihâbiyle veya kendisinin kuvvet ve nüfûzuyla hâkimiyet makâmını ihraz edip, Müslümanların bir emniyet ve selâmet dâiresinde yaşamalarını te’mîne muvaffak olan herhangi bir müslim zattır.”
Burada görüldüğü gibi, umumiyetle devlet reisi kastedilmekle birlikte, yerine göre, bugünkü tabirle “otorite” denilen devleti temsil durumundaki herkes için ululemr tabiri ıtlak olunabilir ve olunmaktadır. Şu hâlde imam, halife, emir, âmil, me’mûr, âmir, sultan vs. gibi kelimelerin her biri ululemr mefhumunu ifade eder.
Ululemr Etrafında Birlik: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) İslâm cemiyetinin bütünlük ve haşmetini, sulh ve saadetini bir reis etrafında meydana getirilecek birlik ve beraberlikte gördüğü için lisanının bütün belâgat ve talakatı ile bir imam (ululemr) etrafında toplanmayı teşvik etmiş, bölünüp dağılmaları, birlik ve cemaatten ayrılmaları şiddetle takbih etmiş, ayrılanları kınamış, tehdid ve terhibde bulunmuştur. İmamın etrafında teşekkül etmesi istenen bu birlik ve beraberlik her şeyden önce imama itaate bağlıdır.
Buhârî’nin Enes (radıyallahu anh)’den kaydettiği bir rivayette: “Üzerinize başı kuru üzüm gibi siyah, Habeşli bir köle bile tâyin edilse dinleyin ve itaat edin” denmektedir.
Müslim’in kaydettiği bir rivayette, Ebû Zerr: “Halilim (Hz. Peygamber) bana: “Kolları kesik bir köle bile olsa emîr’i dinleyip itaat etmemi tavsiye etti” demektedir.
Şârihler, gerek “kuru üzüm” gerekse “kolları kesik” tâbirleriyle emîrin nesebce düşük, görünüşçe çirkinliğinin ifade edilmek istendiğini, yâni emîre neseb ve fizyonomisine bakılmadan itaat etmek gerektiğini söylerler.
Bir diğer rivayet de şöyledir:”…Üzerinize, emîr olarak, bir Habeşli köle bile tâyin edilse onu dinleyin ve itaat edin.” “Sizden biri İslâm’ı ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. Böyle bir durumda boynunu uzatsın. Anasız kalasıca, dini gittikten sonra, onun ne dünyası kalır, ne de âhireti.”
Şu hadiste imama isyan kıyâmet alâmeti olarak zikredilir: “Nefsimi elinde tutan Zât-ı zülcelâl’e kasem ederim ki, imamınızı öldürmedikçe, birbirinize kılıç çekmedikçe ve dünyanıza şerirleriniz reis olmadıkça kıyâmet kopmaz.”
Bazı rivayetlerde emîre itaat Allah’a itaatle aynı ayarda tutulmaktadır: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Emîrime kim itaat ederse bana itaat etmiş olur. Emîrime kim isyan ederse, bana isyan etmiş olur.
Biat Şartı İtaat: Bir kısım rivayetler, ilk Müslümanlarla biat akdi yaparken, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in onlara her hâl u kârda itaat etmeyi şart koştuğunu göstermektedir. Müslümanlığı kabûl edilmesi için teklif edilen ilk şartlar arasında bunun zikri, otorite ve itaatten yoksun o devir Arabları’nın nazarında bunun ehemmiyetini tesbît gâyesini gütmelidir. Ubâdetu’bnu’s-Sâmit (radıyallahu anh) der ki: “Biz Allah Resûlü’ne, kolaylıkta olsun, zorlukta olsun; gönlümüzün hoşuna giden şeylerde olsun, hoşuna gitmeyen şeylerde olsun… İtaat etmek üzere biat ettik.
Hoşa Gitmese de İtaat: Sâdece yukarıda kaydettiğimiz Ubâdetu’bnu’s-Sâmit (radıyallahu anh) rivayetinde değil, başka sahâbelerden de gelen, beyatla alâkalı pekçok rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in itaat şartını koşarken, verilen emir hoşa gitse de gitmese de, içinde bulunulan şartlar bolluk veya darlık her ne olursa olsun, imamdan küfrünü gerektiren bir hal zâhir olmadıkça İTAAT ETMEK şartını çok vâzıh olarak duyurduğunu görmekteyiz.
Allah İçin Beyat: Her hâl ve şartlarda itaatin gerçekleşmesi için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bey’at ve itaatin sırf Allah rızası için yapılması, buna dünyevî bir maksad dâhil edilmemesi için başkaca tenbihlerde bulunmuştur. Allah rızasından hâriç dünyevî bir maksadla beyatta bulunanlar hakkında şiddetli tevbih ve kınamalar gelmiştir: “Üç kişi vardır, kıyâmet günü Allah onların ne yüzüne bakar, ne de onlarla konuşur, onların günâhlarını da affetmez, onlara çok elîm bir azâb vardır:  …Biri de dünyevî bir maksadla imama biat eden kimsedir. Öyle ki, istediğinden verilince itaat eder, verilmeyince itaati terkeder.”
Buraya kadar söylediklerimzi hülâsa edecek olursak İslâm’ın hükmü şudur: “İmama, mâsiyet olmayan (yâni Allah’a isyâna götürmeyen) hususlarda itaat farzdır.” Zira “İmam -düşmanın saldırısına, insanların birbirlerine zulmüne karşı- bir perde gibidir. (o, şahsında nasıl olursa olsun), onun idâresi altında, -düşmanlara, âsilere ve her çeşit fesadcılara (yâni anarşistlere) karşı- cihad edilir.”
İtaat bahsinin her yönü ile açıklığa kavuşması, İslâm’daki imâmet telâkkisinin iyi bilinmesine bağlıdır. Bu sebeple, yukarıda temas edilen bâzı noktaların tekrarı pahasına da olsa imamet ve onunla alâkalı olarak İslâm’ın getirdiği bir kısım hükümleri, nazariyeleri önümüzdeki bahiste ayrıca inceleyeceğiz.
İMAMETLE ALAKALI HÜKÜMLER
Fitne ve anarşiye karşı İslâm’ın hassasiyetini en iyi ifade eden hususlardan biri İslâm’ın imamet telakkî ve anlayışıdır. İmametin lüzum ve zaruretine olan inançtan, imamda aranan evsâfa, imamın seçim şekillerine; ona itaat telakkisinden isyan edenlere takdir edilen cezalara varıncaya kadar, imametle alâkalı her meselede ortaya konan prensipler, telakkîler, emirler, yasaklar, tavsiyeler vs. fitneyi önleme endişesinden renklenmekte, şekillenmektedir. Bu mesele zamanımızdaki cehâlet ve suiniyete mebni sebeplerle dindarlar arasında bir anarşi vesilesi olma istikametinde gelişmektedir. Halbuki meseleye, ana kaynaklara inerek, ümmetin her sahada hakiki mürşidleri olan her çeşit garaz ve dünyevî hesaplardan uzak selef âlimlerinin ve onların yolunda giden eslâf büyüklerinin yorumlarına bakarak eğilecek olursak, imamet telakkisi’nin anarşi değil, nizâm; başıbozukluk değil, disiplin ve düzen âmili olduğunu görürüz.
Şu hâlde, bu bahsi ele alıştaki gâyemiz, İslâm’ın bu meseledeki gerçek telakkisini ortaya koymaktır. Bunu yaparken, mevzunun her okuyucu tarafından yeterince kavranması için, mümkün mertebe tâli başlıklara bölmeyi uygun gördük. Hattâ bazı temel fikirlerin zihinlerde iyice yer etmesi için çeşitli  şekillerde birkaç defa tekrarından da kaçınmadık.
İmametin Târifi: Meselenin daha iyi kavranması için mevzûmuza târifle girebiliriz. Âlimlerimiz imameti: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) adına (yâni O’na  hilâfeten) din ve dünya işlerinde umûmî riyâsettir” diye târif etmişlerdir. Yâni bu, en kısa ifadesiyle devlet başkanlığıdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e niyabeten icraat yapacaktır.
İcraatında keyfe mâ yeşâ istediği gibi hareket edemez. Daha âmiyâne bir ifade ile, Halîfe, kanununu kendi koyan astığı astık, kestiği kestik bir despot değildir. Hz. Peygamber’in getirdiği hukuk sistemiyle hakları ve selâhiyetleri tahdîd edilmiştir. Bir hukuk devletinin başkanıdır.
Târifte yer alan “umumî riyâset” tâbiri, kadılık, câmi imamlığı gibi başkaca riyâsetlerle karıştırılmaması içindir, zira bu sonuncular muayyen sahalardaki riyâseti ifade eder. Halbuki imamet, bütün bu hususî riyâsetlerin fevkinde hepsine şâmil, hepsine nâfiz, hepsini kontrolünde, murakabesinde tutan bir riyâset, bir başkanlıktır.
Akidedeki Yeri: İmamet meselesi, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’e göre akideye müteallik bir mesele değildir. Bunu, Şia akide meselesi yaparak fazlaca büyütmüştür. Ehl-i Sünnet kelamcılarının akide kitaplarında bu meseleye yer vermeleri muahhardır ve Teftazânî’nin de belirttiği üzere, bu hususta ortaya çıkan itikâdî teşviş ve fitneleri bertaraf etmeye râcidir. Şöyle der: “İnsanlar arasında imamet mevzuunda, bilhassa Râfizîler ve Hâricîler cânibinden neşet eden fâsid itikadlar ve soğuk ihtilaflar şüyû bulup yaygınlaşınca ve her bir tâife İslâmî kaidelerden bir çoğunun reddine, Müslümanların itikadlarının bozulmasına, Hulefayı râşidin’in zemmedilmesine müncer olan bir kısım taassub ve katılıklara düşünce, kelamcılar, -Hulefayı râşidin’in ahvâlini araştırmaya, onların hilâfete liyâkatlarını ve efdaliyetlerini tahkik etmeye lüzum olmadığı hususundaki kesin kanaatlarına rağmen- bu imamet meselesini İlm-i Kelâma dâhil ettiler…”
Görüldüğü üzere, imamet meselesi akideyi direk alâkadar eden bir mesele olmamakla beraber, mütekellimler olsun, fakihler olsun, bütün İslâm âlimleri dini canlı tutup, sünneti ikame etmek ve mazlûmları zâlimlere karşı korumak, hukuku tatbik etmek için ümmetin mutlaka bir imama muhtaç olduğu hususunda, imamın varlığının şart olduğu noktasında ittifak ve ısrar ederler.
Hattâ imamın lüzûmuna İslâm tarihinde anarşistleri temsil etme durumunda olan Hâricîler istisna edilirse bütün İslâm fırkaları parmak basarlar. Hâricîler, “arzular muhtelif, fikirler mütebâyin (birbirine zıd) olduğu için, her bir gurup bir başka şahsa meyledeceğinden imam seçimi, fitnelere, harplere sebep olur” gerekçesiyle imam seçimi işine karşı çıkarlar.
İMAMIN VARLIGI DİNEN ZARURÎDİR: Her mü’minin Müslümanlığının tamam olması için, imamı tanıması gerekmektedir, bu durum ise bir imamın varlığını zorunlu kılmaktadır.
Bu söylenene delil olarak Kur’ân-ı Kerîm’den: “Allah’a itaat edin, resûle ve sizden olan emir sahibine (yâni imama) da itaat edin…” (Nisa, 59) meâlindeki âyet ile, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’ in: “Kim zamanının imamını tanımadan ölür ise, câhiliye ölümü ile ölmüş olur” meâlindeki hadisi gösterilir.
Teftazânî bu nasslarla imamı tanımanın ve ona itaat etmenin vâcib kılınmış olduğunu belirttikten sonra, imamın varlığının vücûbuna hükmeder: “Zira tanıma ve itaat etmenin vâcib olması onun var olmasını da vâcib kılar.”
İMAMIN VARLIGI HİKMETEN (AKLEN) ZARURÎDİR: İmamın vücudu, dinî nasslar açısından gerekli olduğu gibi beşerî hayat için de zarurîdir. Klasik İslâm müellifleri bu noktayı da ayrıca belirtmeyi ihmal etmezler. Burada sözü uzatmadan, Teftazânî’den bir pasajı kaydedeceğiz, der ki:”… Dünya ve âhiret hayatının salâhına müeddî olan beraberlik, kâhir bir sultan olmaksızın tamamlanamaz. Böyle bir sultan, bozukları (mefâsid) bertaraf eder, maslahatları korur, insan fıtratının süratle kaydığı fenalıkları bastırır, tamahkârların üzerinde boğuştukları şeyleri tahdid eder. İmamın ehemmiyetini anlamakta, memlekete nezâreti ve zâlimlere karşı himâyeti sağlayan kimsenin ortadan kalkıvermesiyle ortalığı fitne ve fesadın hemen istila etmesi, çeşitli sıkıntıların derhal kapıları çalması şâhid olarak yeterlidir.”
Meseleye biraz daha farklı bir zâviyeden bakan Cürcânî de, arzuların değişik, fikirlerin farklı olması ve insanlar arasında mevcut düşmanlıkların bulunması sebebiyle insanların birbirlerine nadiren boyun eğeceklerini, bu vaziyetin anlaşılmazlıklara, tecâvüzlere ve belki de hepsinin birden helâk olmalarına müncer olacağını belirterek ilâve eder: “Bu duruma, bir reisin ölmesi ile, yenisinin seçilmesine kadar geçen zaman içinde ortaya çıkan fitneler ve tecrübeler şehâdet eder. Öyle ki bu iş uzayacak olsa içtimâî hayat durur. Herkes kendi silahıyla kendi malını ve canını koruma derdine düşer. Bu ise hem dinin ve hem de bütün Müslümanların yok olmasına sebep olur. Şu hâlde imam nasbı, öyle bir zararı defeder ki, daha büyüğü düşünülemez. Hattâ diyebiliriz ki, imam nasbı Müslümanların en büyük menfaatlarından biri, dinin en ileri maksadlarından biridir.”
İmamın varlığı Müslümanın din ve dünyasında böyle mühim ve hassas bir yer işgâl ettiği için, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) vefat ettiği zaman, yeni bir halîfenin seçmini, cenâzenin defnine takdim etmişler, seçim işi halledildikten sonradır ki, cenâzenin defnine el atmışlardır. Yoksa bazı garazkârların söyledikleri gibi, Ashâb’ın saltanat münâzaasına düşmüş olması aslâ mevzubahs değildir.
İMAM TAYİNİ FARZ-I KİFÂYEDİR: İmamın varlığı gerek nass açısından ve gerekse akıl ve hikmet açısından zarurî olunca, ümmetin başına bir imam seçilmesi farz olmuştur. Ancak bu, bir farz-ı kifâyedir. Bazıları biat akdini yaparak birisini seçtiler mi diğerlerinden bu farz sâkıt olur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in vefatı sırasında Ashâb bu farzı, diğer farzlara takdim ettiler. “Zira, âlemin bekâsı ancak ve ancak nizânın kaldırılması, mazlumun hakkının zâlimden alınması, yeryüzünde fesad peşinde koşanların katli ile mümkündür… bütün bunlar da başta bulunacak bir imamla gerçekleşir…”
İmam seçmenin gerekliliği hususunda Ehl-i Sünnet, Mu’tezile, Zeydiyye fırkaları müttefiktirler. Ancak Ehl-i Sünnet bunun rivayetle vâcib olduğunu söylerken Mu’tezile ve Zeydiyye aklen vâcib olduğunu ileri sürmüştür. İmâmiye ve İsmâiliyye ise: “İmam seçimi bize değil, Allah’a terettüp eden bir vecibedir” der. Hâricîlere göre, bu, bir vecibe olmayıp câiz şeylerden biridir. Bazı Hâricîler sulh zamanında gerekli olduğunu söylerken diğer bazıları ise fitne zamanında gerekli olduğunu söylemiştir.
İmamın lüzumuna inanmayan bir kısım Mu’tezile ve bâzı Hâricîlerin mülâhazası şudur: “Bu bir vecîbe değildir. Bilakis, insanlara vecîbe olan şey, Allah’ın Kitabıyla amel etmeleridir. Kitâbullah kâfidir ve imama hacet bırakmaz. Öyle ise insanlara aralarından birini imam seçmeleri terettüp etmez.”
Hâricîler bu mevzuda şöyle de mülâhaza yürütmüşlerdir: “İmam nasbında fitnenin tahrik edilmesi mevzubahistir. Zira arzular muhtelif, fikirler zıddır. Her grup bir başka şahsa meyleder ve böylece fitneler uyanır, harpler çıkar. Şe’ni bu olan bir şey vâcib olamaz. Bilakis câiz olmaması gerekir…”
Ehl-i Sünnet “İmam olmayınca insanlar muhtelif gruplara ayrılarak, kimse kimseye tâbi olmaz böylece fitne, fesad ve kıtaller ortalığı sarar” şeklinde düşünmekle daha realist değerlendirmede bulunmuş oluyor. İmam Mâlik, “İyi veya fâcir mutlaka bir imam olmalıdır” derken Ehl-i Sünnet realizmini ifade etmiş olmalıdır.
İMAMDA ARANAN ŞARTLAR: İmam, kendisinden beklenen vazifeleri ifâ etmesine imkân verecek bazı vasıfları ve şartları nefsinde cemetmiş olmalıdır. Biz bu şartları, Cürcânî’nin tasnifine uyarak başlıca üç guruba ayırabiliriz:
A- Mutlaka bulunması gereken şartlar: Bunlarda bütün İslâm fırkaları ittifak ederler, beş tanedir:
1. Adâlet sahibi olmak (yâni fâsık olmamak).
2. Âkil olmak (mecnûn ve matûh olmamak).
3. Bülûğa ermiş olmak (çocuk olmamak).
4. Erkek olmak (kadın olmamak).
5. Hür olmak (köle, esir olmamak).
B- Bulunması temenni edilen ve fakat fiiliyatta her zaman bulunmayan ideal şartlar:
1. Usûl ve fürûda müçtehid olmak, dinin bütün meselelerini bilmek.
2. Rey sâhibi olmak, yâni idârî, siyâsî, askerî işlerden çok iyi anlamak.
3. Şecâat sâhibi olmak.
C- İhtilaflı olan ve bâtıl olan şartlar:
1. Kureyş  kabîlesinden olması.
2. Hâşimî olması.
3. Dinin bütün meselelerini bilmesi.
4. Mûcize göstermesi.
5. Mâsum olması (günah işlemekten, hata yapmaktan uzak olması.)
Cürcânî, imamın Kureyş kabîlesinden olması şartında ihtilâf edildiğini belirttikten sonra, Hâşimî olması, dinin bütün meselelerini bilmesi, mucize göstermesi, mâsum olması gibi şartların bâtıl olduğunu, bunları sapık mezhep mensuplarının ortaya attığını, bu iddialarında delilsiz veya çürük delilere müstenid olduklarını tafsîlatlı olarak izah eder.
İdeal dediğimiz şartları âlimler ekseriyet itibariyle (cumhur) şart koşmuş, ancak bir kısmı, bu vasıfların pek nâdir kimselerde bulunabileceğini te’yîd ederek, böylesi şartları imamda aramayı, mümkün olmayan (mâlâyutâk) şeyler taleb etmek olarak vasıflandırmışlardır.
Bezdevî, Râfizîler dahil, ehl-i kıble olan bütün Müslüman fırkaların imamın ilim, takva, şecâat ve neseb yönünden insanların en efdali olması, Kureyş’e mensub bulunması hususlarında müttefik olduklarını belirtir.
KUREYŞÎ OLMASI MESELESİ: İmamet meselesine temas eden âlimler, umumiyetle, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in “İmamlar Kureyş’tendir (el-Eimmetü min Kureyş) hadisine dayanarak, imamın Kureyş kabilesine mensub bir kimse olması gerektiğini söylerler. Ancak başka hadisleri ve Kur’ân’ın “Takvâdan başka üstünlük kabul etmeyen ifadelerini nazar-ı itibâre alan bir kısım âlimler bu görüşe katılmamışlardır.
Bu meselenin teferruatını kelam kitaplarının ilgili bahislerine bırakarak şunu belirtelim ki, Kureyş’ten olma şartı da diğer şartlar gibi, her şeyin normal olduğu, ideal bir vasatın mevcut bulunduğu bir duruma bağlı olsa gerektir. Âlimlerin ihtilâfıyla da te’yid edildiği üzere, bu, vâcib bir hüküm olmaktan ziyade, aranan diğer şartların farklı adaylarda mütesâviyen bulunması hâlinde bir tercih vesîlesi olabilir. Bir başka deyişle, diğer vasıflarıyla liyakatsız olan bir Kureyşli, sırf Kureyşli olduğu için bu işe elyak görülmüş değildir. Binâenaleyh, diğer şartların bulunmaması sebebiyle adamda ehliyet yoksa, Kureyşli de olsa seçilemiyeceği açıktır.
Teftazânî’nin bir cümlesini burada kaydetmeden geçemiyeceğiz. Üzerinde düşünüldüğü takdirde, bu konuda hatıra gelebilecek bir kısım tereddüdleri çözmede ışık tutucu olacaktır: “İmamet bâbında söylenenlerin geçerliliği iki temel şarta bağlıdır:
1- İhtiyar (yâni imamı seçme hürriyeti).
2- İktidar (adayın imamlığa liyakatı, ehliyeti).
İMAMETE EN LİYAKATLİ OLAN KİM? Cürcânî, adaylar arasında imamlığa ilimce ileri olanın (a’lem) en liyakatli olacağını, ilimce eşit olanlardan verâ ve takvaca ileri olanın, bunda da eşitlik hâlinde yaşlı olanın tercih ve takdiminin gerekeceğini belirtir ve: “Bu şekilde olunca fitne ve muhâlefet ortadan kalkar”der.
Tatbîkatta böyle inceliklere inilmemiş olsa bile, Müslümanların bu meselede takındıkları tavrı ve taşıdıkları telakkî ve anlayışlarını anlama bakımından bu nazariyatın faydalı olduğuna inanıyoruz.
Görüldüğü üzere imamete en liyakatli kimse aranırken, bazı kimselerin iddia ettiği gibi, dinimiz bu işe en dindarı değil,  evleviyetle bu işten en iyi anlıyanı (a’lem) aday çıkarmıştır.
LİYAKATSIZIN İMAMLIGI: Ehl-i Sünnet âlimleri büyük çoğunluğuyla, imamete asrın en efdal yâni faziletce, liyâkatca en ilerde olanın, bir başka ifadeyle imamda bulunması gereken vasıf ve şartları en ziyade nefsinde cem eden kimsenin imamlığa seçilmesi gerektiğini ittifakla ifâde etmişlerdir. Ancak, bu noktada ısrar ederek, “Her şeye rağmen efdal olan seçilmeli, efdal varken mefdûlün (fazîlet ve liyakatca aşağı olanın) imameti hiçbir sûrette câiz değildir” dememişlerdir.
Eğer efdalin (en iyinin) seçimi fitneye, kargaşaya sebebiyet verecekse mefdûlün seçilmesi câizdir, yeter ki, buna müstehak olsun. Bakillânî’den kaydedeceğimiz şu pasaj da bize, mefdulün seçimine verilen cevazın da “fitne endişesi”nden kaynaklandığını beliğ bir şekilde ifade edecektir. Der ki:
“Efdal olanı terk ederek mefdûl (faziletce geri) olanı başa geçirme akdinin cevâzına delâlet eden hususun izâhına gelince, bunun asıl sebebi fitne ve herc ü merç (yâni kargaşa) korkusudur. Şöyle ki: “İmam, esâs itibâriyle, düşmanı defetmek, memleketi korumak, fenalıkları önlemek, ahkâmın tatbîki (ikametu’lhudûd), haklıya hakkını vermek gibi maksadlarla başa geçirilir. Eğer en efdalinin geçirilmesi ile, kargaşa, fesad, tahakküm, itaatin terki, birbirine kılıç çekmeler, ahkâmı tatbik ve hukuku iâde işlerinin muattal hâle gelmesi, hâsıl olacak haksızlık ve mâruz kalınacak zayıflamalar sebebiyle İslâm düşmanlarının iştahlarının artması gibi durumların ortaya çıkmasından korkulursa bu durum, efdalden vaz geçip mefdulü kabul etmeyi gerektiren vâzıh bir özür olur. Nitekim tatbikatta da öyle olmuştur. Hz. Ömer başta olarak, bütün ashâb ve arkadan gelen ümmet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in sünnetinde efdal olanın da mefdul olanın da varlığını bilmiş, her biri, ümmetin işleri iyiye gittiği ve birliği de hâsıl olduğu takdirde biat etmeyi câiz görmüşler ve hiç kimse de bu durumu reddetmemiştir.”
Eş’âri’nin: “Efdal varken mefdulün imameti câiz değildir, zira insanların efdale inkıyâd etmeleri daha çok mümkün ve ona biat edilmesi husûsunda fikir birliği daha kolay görünüyor, üstelik imamet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e niyâbettir, şu hâlde imâmete seçilecek kimsenin en üstün mertebedeki kimsenin olması gerekir, nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de en üstün kimsedir” sözünü reddeden Teftazânî, başka gerçekler meyânında şu mütâlaaya da yer verir: “Mefdûl’ün, bazı durumlarda din ve mülkle ilgili maslahatları yürütmede daha kudretli olabileceğini ve binâenaleyh böyle birinin seçilmesinin, raiyyetin ahvâlinin nizâmı için daha uygun ve fitne bertaraf edilmesi için daha doğru olacağını” söyler ve ilâve eder: “İmamla peygamber bu meselede kıyaslanamaz, çünkü peygamber alîm, hakîm olan ve kulları arasından dilediğini seçen ve kendisine mülk ve dinle alâkalı maslahatları vahiy yoluyla bildiren bir Allah tarafından gönderilmiştir.”
Bu meselede Bezdevî de şunu söyler: “Şâyet, efdal olan terkedilerek neseb, takva ve sâir cihetlerin hepsinde faziletce geri olan (mefdul) kimse imam seçilse, bunun imameti câizdir, kendisi bu işe elverişli kabul edilir. Eğer, kaza (hüküm) ve dâvâların halline sâlih olursa, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat nazarında bu da sahihtir ve vereceği hükümler infaz edilir.
ZORBA İMAM: Fitne ve kargaşa çıkarmamak hususunda İslâm’ın gösterdiği hassasiyetin derecesini, hiçbir haklılık sebebi olmaksızın, hîle hurda ile, kuvvet ve zor yoluyla meşrû imamı devirip kendisini başa diken kimse karşısındaki tutumunda görmek mümkündür.
Bu durumda âlimler, “fitneyi önlemek için” zorba imama itaat etmeyi tavsiye ederler. Teftazâni’yi dinleyelim: “Eğer Kureyş’ten ehil olan biri yoksa veya olmasına rağmen, sapık ve bâtıl yolda gidenlerin istilâsı, zâlimlerin şevketi gibi sebeplerle nasbedilemiyorsa, hâkimiyeti elinde tutan kimsenin kazasına, ahkâm infazına, hadd tatbîkâtına kısacası imâma müteallik yaptığı her şeye uymanın, tıpkı Kureyş’e mensûb fakat fâsık veya zâlim veya câhil olan imamın icraatına uymanın câiz olduğu gibi cevâzına hiç kimse itiraz etmemiştir.”
Teftazânî bu itaatin sebebini açıklama sadedinde şu izâhı sunar: “İmamet babında zikredilenlerin hepsi iki temel şarta bağlıdır:
1. İhtiyar (yâni imamı seçme hürriyeti).
2. İktidar.
“Seçim hususundaki acz ve mecbûriyet karşısında -ki bu durum fâcir, kâfir ve zâlim kimselerin istilâsı ve şerir zorbaların tasallutu gibi sebeplerle hâsıl olur- dünyevî riyâset zorla ele geçirilmiş olur ve riyâsetle alâkalı dinî ahkâm, “zarûret imamı” adı altında ayrı bir bölümde ele alınır. Bu cümleden olarak imamda ilim, adâlet ve sâir evsâfın yokluğuna bakılmaz. Zaruretler bir kısım mahzurları mubah kılar…”
Bezdevî de şunları söyler: “Kaderiye, Havâriç (Hâricîler) ve Mu’tezile nazarında böyle birisi imam olamaz ise de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat âlimlerinin hepsi nazarında imamdır, hükümleri ve kazası infâz edilir. Nitekim Mervânoğullarının hiç birisi için ne rey ve tedbîr sâhiplerinden biri, ne de herhangi bir fakih imamet akdinde bulunmamıştır. Onlar kendilerini zorla halîfe olarak empoze etmişlerdir. Âlimler de onların imâm oldukları husûsunda icma etmişlerdir. Zira onlar imâm addedilmemiş olsalardı İslâm cemiyetinde fitne ve fesâdlar husûle gelecekti.”
Bu görüşü te’yîden Aliyyü’l-Kârî, dindarlığı ve Sünnet’e harfi harfine ittiba etmesiyle meşhûr olan Abdullah İbnu Ömer’in, fitne çıkmasın düşüncesiyle, İbnu Zübeyr’i, Emevîlerin zâlim emirleriyle kıyaslandığı zaman, hilâfete çok daha lâyık, çok daha hak sâhibi olmasına rağmen hilâfet dâva etmekten men ve nehy ettiğini belirtir.
İbnu Hacer de; bir köle, “Kuvvet yoluyla hâkimiyet te’sîs ederek emîrliğini ilân edecek olsa FİTNENİN UYANDIRILMAMASI İÇİN, mâsiyet emretmedikçe, ona itaat gerekir” der.
FASIK, ZALİM İMAM: Gayr-i meşru yoldan, zorla iktidarı elde eden zorba imamdan başka, meşrû yoldan gelmiş olsa bile, zamanla zulüm irtikab eden veya fısk u fücûra düşen imam (devlet reisi) mevzubahs olabilir. Bu çeşit durumlar, imamın azlini veya imama itaatten vazgeçmeyi gerektirmiyor. Bezdevî’nin kaydına göre Hanefî âlimleri bilicma bu düşüncededirler. Şâfiîlerden bazıları ile Kaderiye, Mu’tezile ve Râfizîler azline hükmetmiş olsalar da asıl olan azlinin gerekmemesidir. İmamdaki fısk, fücur ve zulüm gibi gayr-i meşru davranışlar, raiyyetin itaatten vazgeçmesini gerektirmiyor.
Nevevî, sultanın zulmüne, cevr ü cefasına maruz kalan kimseye, sultana karşı kendisine terettüp eden itaat vazifesini aynen eda etmesini, sultana karşı gelmemesini, bilakis onun verdiği eziyetleri kaldırıp, şerrini def etmesi ve ıslâh olması için Allah’a tazarru ve niyazda bulunmasını tavsiye eder.
Âlimler, zâlim imâma itaat hükmünü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den fitne sırasında ne şekilde hareket edileceği hususunda gelen tavsiyelerden çıkarırlar. Zira (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demektedir:”…(Fitne zamanına ulaşırsan) dinle ve emîre itaat et. Sırtına vursa, malını elinden alsa bile dinle ve itaat et.”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), “Ey Allah’ın Resûlü, ümera bizden haklarını isteseler ve fakat bizim onlardaki hakkımızı eda etmeseler ne dersin?” diye ısrarla soran kimseye her seferinde yan dönerek, cevap vermez. Ancak üçüncü defada: “Siz dinleyin ve itaat edin, zira siz kendi mesuliyetinizden, onlar da kendi mesuliyetlerinden hesaba çekilecekler” cevabını verir.
Bir diğer hadis de şöyle: “Sultanınız cevr ü cefâda da bulunsa, zulüm de yapsa, onun üzerinde emretme hakkı ve raiyyet üzerinde sabretme vazîfesi devam eder.””…Sultan âdil olursa, ona ecri, raiyyete şükrü, zâlim ve hâin olursa ona günâhı, raiyyete de sabrı terettüp eder.”
Hoşa gitmeyen sultana sabır tavsiye eden mühim hadislerden biri de şöyle: “Kim emîrinden hoşuna gitmeyen bir şey görürse sabretsin, zira cemaatten bir karış ayrılmış olarak ölen kimse câhiliye ölümü ile ölmüş olur.”
İYİ İMAM: İyi imamla kötü imam arasını mukayese eden bir hadis şöyledir: “İmamlarınızın en hayırlıları sizlerin sevgisine mazhar olanlardır.”
Siz onları sevdiğiniz gibi, onlar da sizi severler. Siz onlara hayır duada bulunduğunuz gibi onlar da sizlere hayır duada bulunurlar. En şerli, en kötü imamlarınız da sizin buğzettiklerinizdir ki onlar da size buğzederler. Siz onlara lânet edersiniz, onlar da size lânet ederler.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in bu sözü üzerine bazıları sorar: “Ey Allah’ın Resûlü, biz böyle kötü olanlara muhalefet edip karşı gelmiyelim mi?” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir: “Hayır, aranızda namaz kıldıkça (isyan etmeyin). Ancak, kim tâyin edilen âmirlerden birinin, Allah’ın yasakladığı şeylerden herhangi birini yaptığını görürse de davranışı takbih etsin, fakat asla itaatten yüz çevirmesin.”
Bir başka rivayette, fâsık halifeye karşı “ne yapalım?” diye soranlara: “Siz bidayette, ilk biat sırasında verdiğiniz sözü tutun, ona karşı olan itaat borcunu yerine getirerek üzerinizdeki haklarını ödeyin. Onlar üzerinde bulunan kendi haklarınızı Allah’tan isteyin, onlar üzerinde bulunan kendi haklarınızı Allah onlardan soracaktır, (acele edip, bizzat onlardan almak için isyan etmeyin.)”.
SELEFİN HASSASİYETİ: Aynî’nin yukarıdaki hadisi şerh sadedinde kaydettiği bir rivayet, selef’in fitne çıkarmamak husûsunda ne kadar titiz davrandıklarını gösterir: “Zeyd der ki: (selef idareciler üzerindeki haklarını Allah’tan gizlice taleb ediyorlardı. Zira açıktan talebleri, idarecilere hakâret olurdu, bu da fitneye sebep olabilirdi.”
Az ilerde Ubâdetu’bnu’s-Sâmit’ten, biat sırasında konulan itaat etme şartı ile alâkalı olarak kaydedeceğimiz hadisin şerhini yapan âlimlerin hadisten çıkarmış bulundukları sonucu buraya aynen kaydedeceğiz: “Hülâsa, başa geçirilen emîrlere, raiyyetin itaatleri, emirlerin vazifelerini hakkıyla yaparak, idare edilenlerin haklarını korumalarına bağlı değildir. Aksine, idareciler raiyyetin haklarına engel bile çıkarsalar, haklarından mahrum bile etseler onlara itaat gereklidir.” “Zira emîre karşı gelmeyip itaat etmekte kan dökülmesini önleme, fitne ateşini söndürme mevcuttur.”
FASIK EMÎRE İTAATLE ALAKALI BİR HÂDİSE: Bezdevî, fâsık veya zâlim olan bir imama karşı isyanın câiz olmayıp itaat gerektiğini belirttikten sonra burada kaydında fayda umduğumuz bir vak’ayı nakleder: “Anlatıldığına göre, Samanoğulları’nın son zamanlarda Buhâra yöresinde Kaderiye ve Mu’tezile fırkaları galebe çalarlar. Öyle ki, vezîr de onlara meyleder. Bu yüzden Ehl-i Sünnet ve’l Cemâate mensûb olanlar onların elinde makhûr ve perişan olurlar. Ancak emîrin imamı sünnîdir. İmam bir gün emîre der ki: “Şu kendilerinin Kaderî olduğunu iddia edenler var ya, onlar senin emîr ve sultan olmadığına itikad ediyorlar. Sâdece Ehl-i Sünnet âlimleri senin sultan olduğuna inanıyorlar.” Emîr: Bu nasıl olur? der. Berikisi: “Sabret, inşaallah yarın sana göstereceğim” der.
Ertesi gün, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatten olan imamları çağırtır ve hilâfet sarayına oturtur. Emîr de bir perdenin gerisinde saklanır. Muallim dâvetlilere:
– Emir zina yapsa, işkence etse, şarap içse, gılmanlara (şarkıcı oğlanlara) tâbi olsa ve bunları yapmanın haram olduğuna da inansa acaba bu durumda emir azledilir mi? diye sorar, âlimler hep bir ağızdan:
– “Hayır, ancak onun üzerine bu yaptıklarına karşı tevbe etmesi gerekir” derler.
Muallim bunlara izin verir, onlar da giderler. Arkadan Kaderî ve Mu’tezilî imamları çağırarak der ki:
– “Emirlerden biri, zulmen halkın mallarını ellerinden alsa, zina yapsa, şarap içse, gılmana uysa, bunların haram olduğunu bilerek, kabul ederek bunları yapsa, imam azledilir mi?” Onlar hep birlikte cevap verirler:
– “Evet azledilir.”
Bunlar azledileceğini söylemekle kalmayıp, fikirlerinde ısrar da ederler. Muallim, çıkmaları için onlara izin verir. Sonra Emîre:
“Dediklerini işittin değil mi?” der ve ilâve eder: “Gördün ya, onlar seni azledilmiş biliyorlar ve seni imamlıktan çıkardılar. Zira sen bu fenalıkların bir kısmını yapıyorsun.”
Emîr onların yakalanıp hapsedilmelerini emreder ve köklerini kazır. Öyle ki, Buhârâ’da Hanefiler’den başka kimse kalmaz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat âlimlerine değerli hil’atler verir.”
FASIK VE ZALİM İMAMA İTAATİ EMREDEN HADİSİN TAM METNİ: İtaat hususunda âlimlerin en ziyade delîl getirdikleri bir hadisin Buhârî’de gelen tam metnini aynen veriyoruz:
“Huzeyfe anlatıyor: “Herkes Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a hep hayırdan sorardı, ben ise, bir gün bana bulaşabilir korkusuyla, şerden sorardım. Bir seferinde aramızda şu konuşma geçti:
– Ey Allah’ın Resûlü, biliyorsun biz, bir câhiliye ve şer devri yaşadık. Allah bizi İslâm gibi bir hayırla nimetlendirdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı?
– Evet var.
– Peki, bu şerden sonra tekrar hayır var mı?
– Evet vak, fakat bunda bulanıklık var.
– Ondaki bulanıklık da ne?
– O zaman bir gurub insan olacak, benim gösterdiğim yoldan ayrılıp, bir başka yolda gidecek. Onların bâzan iyi, bâzan kötü olduklarını görürsün.
– Peki, bu hayırdan sonra  şer var mı?
– Evet, bunlardan sonra cehennem kapılarına çağıranlar olacak. Onlara kim uyarsa, uyanı cehenneme atacaklar.
– Ey Allah’ın Resûlü, bunları (cehenneme çağıranları) bize tavsif et.
– Onlar bizim derimizi taşırlar, bizim dilimizle konuşurlar.
– Bu zamana yetişirsem bana ne yapmamı emredersin?
– Müslümanların cemaatlerine ve imamlarına iltihak et.
– O zaman onların ne cemaatleri ve ne de imamları mevcut değilse?
– O takdirde mevcut olan bütün gurupları terket, öyle ki bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olman (gibi ne kadar kötü şartlar içinde de olsan) ölüm sana gelinceye kadar öyle kal (fakat guruplara karışma).”
Bu hadisi şerh eden âlimler, “onlar bizim derimizi taşırlar” tâbirine dayanarak, çıkacağı bildirilen kötülerin kendi kavmimizden, kendi dinimize mensub kimseler olacağına; “bizim dilimizle konuşurlar” sözünden de onların, hâricî bir işgalci olmayıp, yerli dile mensûb ırkdaşı olmaktan başka, âyet, hadis ve hikmetli sözler söyleyen kimseler olacağına hükmederler. İbnu Battâl şöyle der: “Bu hadiste fukâhaca ifâde edilmiş bulunan zâlim imâmlara isyan etmemek ve Müslümanların cemaatine katılmak gerektiği hususuna delîl vardır. Zira (isyan edilmeyecek olan) sonuncu gurubu “cehennem kapılarına çağırıcılar” olarak tavsîf etti.”
ASİ İMAMA İSYAN EDEN: İbnu Hacer, Hâricîlerle mücâdeleyi tecviz eden bir rivayeti açıklarken aynen şunları söyler: “Bu rivayette âdil imama itaatten ayrılanlara karşı, harp çıkarıp bâtıl bir itikad uğruna kıtal edenlere karşı, dağa çıkıp yolları kesen, seyr ü sefer emniyetini ihlâl eden ve yer yüzünde fesad çıkaranlara karşı kıtâlde bulunmaya cevaz vardır. Fakat kim de zâlim imama itaatten vazgeçer ve onun malına, canına veya ehline galebe çalmak isterse bu kimse mâzurdur, onu öldürmek helâl olmaz. Onun, imkânı nisbetinde malını, canını ve ailesini müdâfaa etmek hakkı vardır… Taberi sahîh bir senetle şu rivayeti kaydeder: “Hz. Ali’den rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hâricîlerden bahisle der ki: “Eğer onlar adâlet sahibi bir imama karşı gelirlerse onları öldürün, eğer onlar zâlim bir imama karşı gelirse onlarla mukatele etmeyin, zira onların söz hakkı var.”
Ömer Nasuhi Bilmen Istılâhât-ı Fıkhiye’de şu hükmü kaydeder: “Zulüm ve i’tisâfa (haksızlığa) karşı bihakkın muhâlefet eden bir zümreye, bir faide melhûz olduğu takdirde her müslimin yardım etmesi bir vazîfedir.”
DİKKAT: Bu kısımda, zâlim sultana isyan ve böyle bir âsiye yardım etme ruhsatıyla alâkalı fetva ve ifadeler, daha önce kaydedilen “fitneye karışmamak”, “zâlime karşı sabretmek, isyan etmemek” prensiplerine ilk nazarda zıd görülebilir.
Aslında böyle bir tezad mevcut değildir. Şöyle ki:
1- Daha önceki ifadelerde “Fitneye sebep olmaksızın, netîceyi almaktan emîn olan, maddî ve mânevî pozisyonu, makamı, mevkii, sâhip olduğu gücü buna imkân verecek olan kimseye zulüm dâhil her çeşit münkere müdâhale etmek bir vecîbe olarak takrîr edildi. Böyle bir kimse müdâhale etmezse mes’ûldür.
2- Fitneye sebep olacaksa, netice almak ihtimali çok zayıf ise, duruma göre, kalben buğz, sabır, karışmamak tavsiye edilmiştir.
3- Son olarak kaydedilen ruhsatta, dikkat edilirse, haksızlığa isyan edene yardım emredilmiyor. Hz. Ali: “Zâlime isyan eden kimse ile mukâtele etmeyin” diyor, “yanında yer alın” demiyor. Fukahâdan kaydedilen “yardım edin” emri ise “Bir faide melhûz olduğu takdirde” şartı ile kayıtlıdır. Bu faide melhuz değilse, zarar melhûz ise, karışmamak, yardımda bulunmamak gerekir.
Şu hâlde ortada bir tenâkuz söz konusu değildir.
FACİRİN DİNE HİZMETİ: Fâcir ve fâsık emîre isyan etmemek gerekeceği görüşünde olan âlimler bu görüşlerine getirdikleri delîl meyânında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şu hadislerini de kaydederler:”…Allah bu dini, fâcir bir adamla da te’yid eder, kuvvetlendirir…” İbnu’l-Münîr, gayr-ı âdil imama isyanın câiz olacağına dâir hatıra gelebilecek bir düşüncenin bu hadisle ortadan kaldırılmış olduğunu, “Allah’ın fâcir bir kimse ile de dinini kuvvetlendireceğini, onun fücuru ve kötülüğü kendine âit olduğunu” söylemiştir.
MÜNKERİ TAKBİH: Az yukarıda kaydettiğimiz bir hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mü’mini, şartlar ne olursa olsun, münkeri (kötülüğü) kim işlerse işlesin mutlaka kalben de olsa fenalığa karşı tavır takınmaya, aksülamel göstermeye mecbur tutmaktadır. İmamdan sâdır olan münkerler sebebiyle itaatsizlik ve isyan tecviz edilmemiş olmakla berâber, gücü yeterse eliyle, diliyle; yetmezse kalbiyle olsun aksülamel göstermesi istenmektedir. Bu söylediğimizi şu rivayette daha vâzıh olarak görmemiz mümkündür: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün şöyle dedi: “Sizin üzerinize öyle kimseler imam olacak ki, bâzı davranışlarını güzel bulup memnûn kalacaksınız, bâzı davranışarını da çirkin bulacaksınız. Kim kötü olduğunu söylerse (müdâhane ve nifaktan) kendini korur. Kim de (dil ile söylemekle beraber kalben) buğzederse ilâhî mesûliyetten kurtulur. Kim de (bu fena işlerden, büyüğümüz yapmıştır diyerek) memnun kalır ve onlara uyarsa helâke gider.” “Ey Allah’ın Resûlü bu fâsık imamlarla harb edelim mi?” diye sorulduğu zaman da: “Hayır, namaz kıldıkça (itaatten ayrılmayın)” cevabını verdi.”
Müslim’de gelen bir başka rivayette. “Âmirlerinizden birinde kerih addettiğimiz bir şey (davranış, söz vs.) görürseniz, onun amelini kerih görmeye devam edin, fakat itaatten elinizi çekmeyin” diyerek kabih olanı takbih ile itaati birbirinden vâzıh olarak ayırmıştır.
HÜRMETSİZLİK ETMEMEK: “Amelini takbihle birlikte itaat etmek” emri, bir başka rivayetin de yardımıyla, her şeye rağmen ulu’l-emre karşı hürmette kusur etmemek, onların şahsiyetlerini rencîde edici, otoritelerini kırıcı söz ve davranışlardan da kaçınmak gerektiği anlaşılmaktadır:
Ziyad İbnu Küseyb el-Adevî anlatıyor: “Ben Ebû Bekre ile İbnu Âmir’in minberinin dibinde oturuyordum. Ebû Âmir, üzerine ince bir elbise giymiş olarak hutbe veriyordu, Ebû Bilal: “Hele şu emîrimize bakın, fâsıkların elbisesini giyiyor” dedi. Ebû Bekre atılarak: “Sus, böyle konuşma, ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şöyle söylediğini işittim: “Yeryüzünde Allah’ın sultanını alçaltanı, kıyamet günü Allah alçaltır.”
Şu hadiste ise sâdece hürmetsizlikten nehiy değil, hürmet teşvik edilmekte  ve hatta emredilmektedir: “Kim dünyada Allah’ın (makam vermek suretiyle aziz kıldığı) sultana ikramda bulunursa, kıyamet gününde de Allah ona ikram eder, kim de Allah’ın sultanını dünyada alçaltırsa Allah da onu kıyamet günü alçaltır.”
İMAMA İTAATİN HUDUDU: İmama itaat edip isyan etmemek ve zulmüne karşı da sabretmek mühim bir esas olmakla beraber, her çeşit emre itaat taleb edilmemiştir. İtaat emri belli bir hudûda kadar gider. O hudûdu taşan emre itaat sevab değil, günah vesilesidir: “Müslüman kişi üzerine hoşuna giden gitmeyen her hususta -emredilen şey masiyet olmadıkça- söz dinlemek ve itaat etmek gerekir. Eğer mâsiyet yâni Allah’ın yasak kıldığı bir şeyin yapılması emredilirse emre ne kulak verilir ne de itaat edilir.”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisinden sonra gelecek fâsık reislerden haber verdiği zaman, öyleleri çıktığı vakit ne yapalım? diye soranlara isyan tavsiye etmemiş, “Bu da sorulur mu? Allah’a isyan emredene itaat yoktur” cevabını vermiştir.
Bu keyfiyet bazı rivayetlerde “Allah’a isyanda itaat yoktur”, bazı rivayetlerde: “Allah’a itaat etmeyene itaat yoktur”, bazı rivayetlerde: “Allah’a isyan edene itaat yoktur” gibi değişik şekillerde ifâde edilmiştir. Bu durumda itaat etmek gerekmediği gibi, âlimlerin belirttiği üzere, imtina etmeye kadir olduğu halde itaat ettiği takdirde haram işlemiş olmaktadır.
KÖRÜ KÖRÜNE İTAAT YOK: Masiyete (yâni Allah’a isyan etmeye götüren emîre) itaat edilmemesi gerektiğine  dair prensibin ısrarlı bir şekilde beyan edilmeye başlanmasına vesile olduğu anlaşılan bir vak’ayı bütünü ile burada kaydetmekde fayda var. Hadîs kitaplarında ufak tefek farklarla rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Ensâr’dan birinin komutanlığında bir ordu yola çıkarır ve komutanlarına itaat etmelerini askerlere tenbih eder. Sefer sırasında bir ara askerlere öfkelenen komutan odun toplamalarını, büyük bir ateş yakmalarını emreder. Odunlar alev alev iyice tutuşunca komutan askerlere yeni bir emir vererek: “Ateşin içerisine kendinizi atın” der. Emri yerine getirmek üzere kalkan askerlerden bâzıları ateşin yanında duraklayarak: “Biz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e kendimizi ateşten korumak için tâbi olduk, bir de ateşe mi gireceğiz?” derler ve girmezler. Bu bekleyiş içerisinde komutanın da öfkesi diner. Dönüşte vak’a Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e anlatılınca, itaat ederken itaatin körü körüne olmaması gerektiğini şu cevâbıyla ifâde eder: “Eğer ateşe girselerdi, ebediyyen çıkamazlardı. Allah’a isyan olan şeyde (kula) itaat yoktur. İtaat mâruftadır, aklın ve şeriatın iyi kabûl ettiği şeydedir.”
İMAMA NE ZAMAN İSYAN? Yukarıda kaydedilen hadislerden itaatin sınırlı olduğu anlaşılmıştır. Ancak bu sınırları kesin hatlarla tesbitte zorluk olduğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, bir kısım açıklamalar nazar-ı dikkate alınınca, bu hususta vâzıh bir ölçünün “açık küfür” olduğu anlaşılır. Yâni imam, hiç bir te’vil götürmeyen açık bir küfre düşmüş ise, o zaman itaat gerekmez.
Buhârî’de Ubâde tu’bnu’s Sâmit (radıyallahu anh)’den gelen şu rivayet, imama itaatin hududunu tâyin meselesinde “açık küfür işlemedikçe” ölçüsünü vermektedir:
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) biat etmek üzere bizi çağırdı. Gittik, biat ettik. Bizden biat sırasında koştuğu şartlar meyanında dinlemek ve itaat etmek şartı da vardı. Öyle ki, emîr hoşumuza gitse de, gitmese de, darlıkta olsak da bollukta olsak da, başımızdakiler bencilliğe düşerek makamlarını kendi menfaatlerine kullansalar da itaat edecektik. Keza makam sâhipleriyle, yanımızda Allah’tan sarîh bir delile muhalefetle açık bir küfre düşmedikleri müddetçe, makam husûsunda nizâ etmemek şartı da vardı.”
Âlimler, “açık küfür” tâbirine dayanarak, küfür olup olmadığında tereddüd edilen veya te’vil yoluyla “küfür” olarak değerlendirilen (amel, fikir vs.) hususlardan dolayı itaat vecîbesinin düşmeyeceğini, isyânın helâl olmayacağını bilhassa belirtirler. Küfür, te’vil imkânı olmayan bir nassla, yâni ya Kur’ân’dan bir âyet veya sahîh bir hadisle sâbit olmalıdır.
MAKAM HUSUSUNDA NİZÂ: “Âlimler, hadis metninde geçen bilhassa “makam hususunda nizâ” tâbirine dayanarak, imamın azlini, azline teşebbüsü meşru kılan tek sebebin “açık küfür” olduğunu belirtirler. Bu yoksa fıskı, cevri, zulmü sebebiyle saltanatı husûsunda imamla münâzaanın (kavganın) câiz olmadığını söylerler. Küfre düşmemişse, diğer kötülüklerini rıfkla, lisân-ı münâsible, imama söylemek, hatırlatmak yasaklanmamış bilakis istihsan edilmiştir.
Şu hâlde cemiyette bir kısım fitnelere sebep olmamak düşüncesiyle, sultanların, idarecilerin mevki ve makamlarıyla oynama işi “onlar açık bir küfre düşmedikçe” tecviz edilmemiş, bu raddeye gelinceye kadar kişilerin menfaatlerini ilgilendiren hususlarda fedâkârlıkların azamisine katlanmak tavsiye edilmiştir.
Bu meseleyi Nevevî şöyle ifâde eder: “Halifeler, onlar İslâm’ın esaslarından birini tağyîr etmedikleri müddetçe, sırf zulüm ve fıskları sebebiyle isyan câiz değildir.”
Bu bahsi İbnu Hacer’in kaydettiği bir pasajı aynen alarak hülâsa etmek isteriz: “Zalim imam mevzuunda âlimlerin ittifak ettiği husus şudur: Zâlim imamı, fitne ve zulme yer vermeksizin tahttan indirmek mümkünse bunu yapmak bir vecibedir. Değilse, sabretmek vecbedir. Bir kısmı da şöyle demiştir: “Fâsık kimse bidâyette başa getirilmez. Önceden adâletli olduğu hâlde sonradan fısk u fücûra ve zulme düştü ise, buna karşı gelip, isyan etmek hususunda ihtilaf edilmiştir. Doğru olanı, küfre düşmedikçe isyanın yasak olmasıdır. Küfre düştüğü takdirde isyan vâcib olur.” Nitekim, “Abbâsî halîfelerinden Me’mun, Mu’tasım ve Vâsık “Kur’ân mahlûktur” iddiasını -ki âlimlerce bid’at olarak vasıflandırılmıştır- yaymaya çalıştılar, bu maksadla âlimlere darb, habs ve katle varıncaya kadar her çeşit işkenceyi tatbik ettiler. Buna rağmen hiçbir âlim, bu muameleleri sebebiyle, onlara isyan etmek gerekir dememiştir.”
İbnu Hacer, bir başka vesîle ile kâfir imama karşı isyan vecîbesinin icmâ ile sâbit olduğunu ve bu vecibenin her müslümana terettüp ettiğini belirterek sözünü şöyle noktalar: “Buna gücü yeten sevap kazanır, göz yumup müdâhane eden günahkâr olur, gücü yetmeyen de oradan hicret eder.”
AZLİ GEREKTİREN TABİÎ HALLER
Açık küfür dışında, imama terettüp eden vazifeleri yapmasına mâni bir kısım  tabiî hâller ârız olursa, bu durumda da imamın azledilerek yerine yenisinin nasbı gerekmektedir. Bu haller tecennün (delirmek), temyiz hâlinin kaybolması ve bu durumun Müslümanlara zarar verecek bir müddet uzaması veya tedavi ümidinin kesilmesi, keza sağırlık, dilsizlik, düşkünlük derecesine varan yaşlılık veya bir başka sebep araya girerek, Müslümanların maslahatlarını takip etmesine mâni olacak olursa imam azledilir, yerine yenisi nasbedilir. Düşman eline esir düşmesi de azlini gerektiren sebeplerden biridir. Ancak bu durumda da esâret, işlerin aksamasına sebep olacak bir müddeti bulur, kurtarma ümidi de kesilirse azli gerekir.
AZLEDİLEN TEKRAR SEÇİLEMEZ: Herhangi bir sebeple azledilip yerine yenisi nasbedilen bir kimse, azlini gerektiren sebep ortadan kalksa da yeniden imam seçilemez. Sözgelimi esaretten kurtulma, hastalıklardan, cünûndan kurtulma gibi.
Fitne endişesi olmadığı takdirde bidâyette efdal olanın seçimi vâcib ise de, sonradan efdalın zuhûru, mefdûlün (faziletce geri olanın) azlini gerektiren bir durum değildir, fitne söz konusu olmasa bile.
SEBEPSİZ AZL MÜMKÜN MÜ?: Bakillâni, şöyle bir suâl sorar: “Ümmet herhangi bir kimseyi imam tâyin etme hakkına sâhip olduğu gibi, sebep göstermeden azletme hakkına da sâhip mi?” Bu soruya: “Hayır, böyle bir hakka sâhip değildir” diye cevap verir. İmamın azli için mutlaka mucib bir sebep olmalıdır.
İSTİFA: Yeniden imam seçmeyi gerektiren durumlardan biri de istifadır. İmamın bizzat istifası onun ölmesi gibidir, veliyyü’lahde (ümmete) yenisini seçmek terettüp eder.
Hülâsa, isyanın tek meşru sebebi açık küfürdür, fısk vs. sebeplerle azledilmez. Zira “azilde âleme fesad, nizâ ve haksız yere adam öldürmeler mevcuttur.”
NEDEN İTAATTE ISRAR EDİLİYOR? Buraya kadar kaydedilen bütün açıklamalarda görüldüğü üzere, İslâm imama itaat hususunda hiç bir tâviz vermiyor. İmamın açık küfrü dışında hiç bir bahâne ile itaatten yüz çevirmeye, isyâna cevaz verilmiyor. Bunun sebeplerine, geçmiş bahislerde yer yer temâs etmiş ve hattâ bizzat bâzı hadislerde buna yer verilmiş de olsa, burada bir kere daha hülâseten belirteceğiz:
İtaatte ısrârın en mühim sebebi, fitneyi önlemektir. Fitnenin sebep olacağı ferdî ve içtimâî zararların büyüklüğü ve çokluğu sebebiyle İslâmiyet bütün gücüyle fitneyi önleyici ve bastırıcı tedbirlere ağırlık vermiştir. Fitnenin önlenmesi uğruna ferdlerden fedakârlığın âzamisini istemiştir. Fitnede başlıca şu zararlar vardır:
1- Mâsum kanı dökülür. Halbuki, daha önce belirtildiği üzere, Kur’ân-ı Kerîm, mâsum bir kimseyi öldürmeyi bütün insanları öldürmek gibi büyük bir suç olarak değerlendirmiştir.
2- Fitnenin çıkarılması kolay, durdurulması imkânsız denecek kadar zordur. Fitne bir kere çıktı mı onun açtığı içtimâî yaralar nesilden nesile geçer, tam iltiyam bulmadan kıyamete kadar devam eder. İşte Şia fitnesi; Hz. Osman zamanından günümüze kadar on dört asır geçtiği hâlde zaman zaman hâlâ ızdırabını çekmekteyiz.
3- Millî birliği bozar, cemiyetin zaafa uğramasına sebep olur, bu da düşmanların iştahını kabartır, üzerimize saldırtır.
4- Fitne hareketlerinden cemiyette her an mevcut olan şer unsurlar istifade eder. İnananlar, nizam tarafları, devletin güçlü kalmasını isteyenler mutlak surette bundan zarar görürler. Zira, İslâmiyet, Allah’ın rızasını kazanmaktan ibâret olması gereken hedefe meşru olan vâsıtalarla gitmeye izin vermiştir. Gayr-ı meşru  vâsıtalara tevessül etmek kesinlikle yasaklanmıştır. Anarşi ve fitne ise yolların en gayr-i meşrûsu ilan edilmiştir.
5- Fitne ile tarihte hedefe varılmamıştır ve varılmayacaktır da. Yukarıda geçen bahiste de belirtildiği üzere, tarihte bazı fırkalar Kur’ânî çizgiden çeşitli te’villerle çıkarak ihtilalci fikirleri benimsemişlerdir. Bunlar zaman zaman fitneler çıkarmışlar, hattâ iktidar  da elde etmişlerdir. Fakat bunların hiç biri başarılarını ve hattâ hayatiyetlerini devâm ettirememişlerdir. Bunlardan az önce ismi geçen Mu’tezile kendi gibi düşünmeyenleri tekfir etmek, fâsık imama itaat etmemek gibi prensipleri  benimsemiş, ilk nazarda daha dinamik, daha canlı olacağı intibâını vermesine rağmen elde ettiği başarıları devam ettirememiştir. Onun Abbâsi sarayında hâkimiyet kurduğu hicrî 218-234 yılları arası kendisi gibi düşünmeyen ilim adamlarına tatbik edilen zulüm, işkence, hapis ve kıtallerle doludur ve İslâm tarihinin en kara sayfalarını teşkil eder. İhtilalci, yobaz prensiplere dayanarak âkibetlerini hüsranla kapamasalardı İslâm tefekkürüne katacakları renklilikle fikrî hayatta sebep olacakları hareketlilik ve canlılık sayesinde belki de İslâm tarihinin ve İslâm medeniyetinin daha parlak ve daha mes’ud mecrâlara yönelmesine imkân hazırlayacaklardı.
İMAMIN TAYİN VE TESBİTİ
İslâm’ın anarşiyi önlemek hususunaki gayretini görmek için, imam (devlet reisi) tâyininde uyulması gerekli prensiplerini bilmemizde fayda var. Bu sebeple kısaca bunları belirtmeye çalışacağız.
Bir kimsenin imam olabilmesi için, daha önce belirtilen, imamda aranan şartların onda bulunması kâfi değildir. Bu şartlara seçim veya tâyin işinin inzimam etmesi gereklidir. Bu üç şekilde olur:
1- Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)’in halîfe oluşunda cereyan  ettiği şekilde, -biat esnasına hazır bulunmaları mümkün olan ulema, rüesa ve adâlet ve rey sâhibi kimselerden oluşan- ehlü’lhal ve’l-akd tarafından seçilmek.
2- Hz. Ömer (radıyallahu anh)’in halîfe oluşunda cereyan ettiği şekilde, selahiyetli bir kimse tarafından tâyin edilmek. Selâhiyetli kimse, Ehl-i Sünnet’e göre, ya Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’dir, ya da önceki halifedir. Halîfenin, kendi yerine, ömrünün sonunda birini tâyin edebileceği icma ile kabûl edilmiştir. Zira, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir tarafından yerine halife tâyin edildiği zaman Ashâb’tan kimse itiraz etmemiş, herkes bunu kabul etmiştir. Onların bu kabulü halifenin yerine geçecek kimseyi tâyin etme usûlünün meşruluğuna delil kabul edilmiştir.
3- Zor ve istila yoluyla başa geçmek. Bir kimse imamın ölmesi ile veya, hilafete göz dikerek, kuvvet yoluyla galebe çalıp biatsız, seçimsiz başa geçecek olsa, onun imamlık ve hilafeti câiz olur. Böyle bir kimse şahsen âdil veya zâlim veya fâsık da olsa mâsiyet (Allah’ın emirlerine zıt) olmayan emirlerine itaat etmek gerekir.
İmametin sübûtu meselesinde kaydı gereken mühim bir nokta ehlü’lhal ve’l-akd’in tamamının bir şahs üzerinde ittifaklarının aranmamasıdır. Aranması gerektiğine dâir ne aklî, ne de naklî hiçbir delil mevcut değildir. Bu sebeple âlimler, ehlü’lhal ve’l-akd’den bir veya iki kişinin biatını, imametin sübutu ve tahakkuku için yeterli görmüşlerdir, yeter ki aday diğer şartları hâiz bulunsun.
Nitekim, dindarlıkları ve dinin her meselesinin tatbikinde gösterdikleri titizlik ve hassasiyetleri herkesçe mâlum olan Ashâb (radıyallahu anh), bir iki kişi tarafından yapılan halife tâyinlerine itiraz etmemişlerdir: Hz. Ömer, sadece Hz. Ebû Bekir tarafından; Hz. Osmân, Abdurraman İbnu Avf tarafından seçildiler ve bu işe, bütün ümmetin icmâını taleb şöyle dursun, Medine’deki ehlü’lhal ve’l-akd’in icmâını bile taleb etmediler.
BİRKAÇ PRENSİP: İslâm cemiyetinde fitnenin önlenmesi maksadıyla, te’sîs edilen imamet telakkisine, yine aynı gayeyi -yâni fitneyi önlemeyi- te’yid ve tahsil maksadlarına râci birkaç prensibi daha burada kısaca zikredebiliriz:
BİAT AKDİ ALENÎ OLMALIDIR: Bazı âlimler, biatın alenî olması, bir kısım müşâhidlerin gözü önünde cereyan etmesi gereğini ileri sürmüştür. Cüveynî: “Aksi takdîrde, herhangi biri ortaya çıkıp gizli bir akitle imam olduğunu, alenen imam olan kimseye nazaran tekaddüm hakkı bulunduğunu iddia edebilir, bunların önlenmesi için aleniyet şarttır” dedikten sonra ilâve eder: “İmamet rütbece nikahdan daha düşük değildir.” Zira nikah bile, şâhitler huzurunda alenî olmalıdır.
İMAM TEKTİR: İslâm dünyasında birliğin te’mini ve çokluğun hâsıl edeceği fitnelerin önlenebilmesi için, sünnet, imamın bir olması prensibinde ısrar eder: “Kim bir imama biat ederek anlaşma müsâfahasını yaparsa, gücü yettiğince ona itaat etsin. Bir ikincisi çıkıp da evvelkisi ile nizâya kalkışacak olursa onun boynunu vurun” (Müslim). Bir başka rivayette, birden fazla imam çıktığı takdirde ne yapmaları lâzım geldiğini soranlara da: “Birinci biatınıza sâdık kalın, gereğini ifa edin… birincilere olan borcunuzu ödeyin..” cevabı verilir. Bazı rivayetlerde “Kim olursa olsun ikinciyi öldürün” şeklinde, te’kidli bir ifâdeye yer verilir.
İslâm âlimleri, bu mevzu üzerine gelen nassları nazar-ı dikkate alarak aynı asırda imamın birden fazla olamayacağı hususunda icma ederler. İslâm beldesinin dar veya geniş olması bu hükme te’sîr etmez. Her hâl u kârda imamın bir olması gerekmektedir. Cüveynî, İrşad’ında İslâm beldeleri bir imamın hâkimiyet kuramayacağı kadar geniş olursa, iki ayrı imamın meşrûiyeti hususunda ictihad yapılabileceğini sölemiş, sonraki âlimler onun bu görüşünü, ona nisbet ederek tekrarlamışlardır. Şâyet aynı asırda iki ayrı imama biat edilecek olsa, bunların efdaliyet noktasından vasıflarına bakılmaksızın birincisi meşru, ikincisi gayr-ı meşru ve âsi (bâği)dir, iddiasından vazgeçirilinceye kadar kendisiyle harb edilir. Savaşı ikincisi kazanacak olursa, bu durumda meşru imam olur.
Ehl-i Kıble’den sadece Kerrâmiye fırkası Sahâbe’nin ve ümmetin icmâlarına muhalif olarak iki ve daha fazla kimsenin imametinin câiz olabileceğini söylemiştir.
İmamın bir olmasındaki bu ısrar da “fitneye düşüp nizamın bozulması” korkusundan ileri gelmektedir.
ASKER DE SULTANA İTAAT ETMELİDİR: Kur’ân-ı Kerîm’de Belkıs, Hz. Süleyman’ın tehdidkâr mektubu üzerine, askerleriyle istişare ettiği vakit askerleri şu cevabı verirler: “Biz, güç, kuvvet sâhibleri çetin savaş erbabıyız. EMİR SANA AİT. Bak,sen ne emredekceksin!” Bazı müfessirler bu sözü “Biz kuvvet adamları harb ü darb ehli askerleriz, siyaset ve reyden anlamayız, ne emredersen onu yaparız” mânasına telakki etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır merhum, bundan önceki âyette geçen “Bana fetva verin” ifadesine dayanarak heyette, askerden başka ileri gelenlerin de bulunabileceği ihtimalini kabûl etmekle beraber “Bunun asker zihniyetini göstermesi itibariyle kayda şayan bir mâna olduğunda şüphe yoktur” der.
ÜMERÂYA KARŞI DİKKATLİ OLUNMALI: Bir kısım hadislerde, cemiyetteki fitnenin ümerâ, yâni idâreciler zümresinden çıkacağına dikkat çekilerek böylesi âmirlere yaklaşılmaması istenir. Bazı hadislerinde kendisinden sonra, hidâyetten ayrılacak imamların çıkacağını haber veren Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), ümmeti için en büyük endişeyi bunların verecekleri fesad ve hâsıl edecekleri helâk ve tahribat sebebiyle duyduğunu da mükerreren ifâde eder.
Bu çeşit imamların şerrinden en iyi kurtuluş yolu onlarla temas kurmamak, onlara uymamak, isyan ederek fitneye sebep olmamak, kerhen itaat etmektir. Tirmizî’nin bir rivayeti şöyle: “Benden sonra bir kısım (kötü) emîrler başınıza geçecek. Kim onlarla hemhâl olur, onların yalanlarını tasdik eder ve zülumlerinde onlara yardımcı olursa o benden değildir, ben de ondan değilim. Böyleleri cennette Havz-ı Kevser’in başında benimle buluşamaz da. Her kim onlarla hemhâl olmaz, zulümlerinde onlara yardımcı olmaz, yalanlarını da tasdik etmezse o bendendir, ben de ondanım. O, benimle Havz-ı Kevser’in başında buluşacaktır.”


(45)- Hadis

Amr İbnu Ebî’l-Ahvas (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le birlikte Veda haccı’nda bulundum. Orada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) irad ettiği hutbede önce Allah Teâla’ya hamd ü sena, hatırlatma ve tavsiyelerden sonra şöyle devam etti: “Hangi gün (bu günden) daha (mukaddes ve) haramdır? Bu soruyu üç kere tekrarladı. Cemaat: “el-Haccu’l-Ekber günü”  diye cevap verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devam etti: “Öyle ise bilin ki, kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız, birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde şu gününüz nasıl haramsa öylece haramdır, mukaddestir. Bilin ki herkesin cinayetinden kendisi sorumludur. Hiçbir babanın cinayetinden oğlu sorumlu tutulmaz. Haberiniz olsun ki, Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Bu sebeple, bir Müslümana, bizzat kendisi helal kılmadıkça kardeşinin hiçbir şeyi helâl değildir. Bilin ki cahiliye devrinden kalan bütün faizler mülgadır, terkedilecek ve alınmayacak. Faize verilen paranın sâdece sermaye kısmını yâni aslını alacaksınız, -böylece ne zulüm ve haksızlık etmiş ne de zulme ve haksızlığa uğramış olacaksınız- Abbas İbnu Abdi’l-Muttalib’in faizi hâriç. Zira onun tamamı mülgadır, terkedilmiştir.(43) Haberiniz olsun ki, cahiliye devrinden kalan bütün kanlar da terkedilmiştir. (intikam peşine düşülmeyecek). İlga ettiğim ilk câhiliye kanı da el-Hâris İbnu Abdü’l-Muttalib’in kanıdır. Hâris,(44) Benu Leys’ten tuttuğu bir süt anneye bebeğini emzirtiyordu. Çocuğu Hüzeyl adında birisi (bir kavga sırasında attığı bir taşla kazâen) öldürmüştü. Sakın ha, kadınlara da iyi muamele yapın. Çünkü onlar yanınızda esir durumundadır. Onlara iyi muamelenin dışında (terketmek 

عن عمرو بن أبى الأحوص رضى الله عنهُ. قال [شَهِدْتُ حجةَ الَودَاع مع النبى ﷺ فَحَمِدَاللهَ تعالى وأثنى عليه وذكّر ووعظ ثم قال ثلاثاً: أىّ يوم أحرمُ؟ قالوا يومُ الحجِّ الأكبرِ، قال فإن دماءَكمْ وأموالَكم وأعراضكم عليكم حرامٌ كحرمة يومِكم هذا في بلدِِكم هذا في شهركم هذا، ألا لا يجنى جانٍ إلا على نفسه، ولا يجنى والدٌ على ولدِهِ، ولاَ ولدٌ على والدِهِ، ألاَ إن المسلمَ أخُو المسلمِ فليسَ يحلُّ لمسلمٍ من أخيه شئٌ إلاّ مَا أحلّ من نفسهِ، ألا وإن كلَّ رباً في الجاهليةِ موضوعٌ ـ لَكُمْ رؤسُ أموالِكُمْ لا تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ ـ غَيْرَ رِباَ العباسِ فانهُ موضوعٌ كلُّهُ، ألاَ وإنَّ كلَّ دمٍ كانَ في الجاهِلِيّةِ موضوعٌ، وأولُ دمٍ أضعهُ من دمِ الجاهليةِ دمُ الحارثِ بن عبدالمطلبِ، وكانَ مسترضعاً في بنى ليثٍ فقتلهُ هذيلُ، ألاَ فاستوصُوا بالنساءِ خيراً فانهنَّ عَوَانٌ عِنْدَكُمْ ليسَ تَمْلِكُونَ مِنْهُنَّ شيئاً غيرَذلكَ إلاَّ أن يأتينَ بِفَاحِشَةٍ مبيِّنةٍ، فإن فعَلْنَ فاهجُروهُنَّ في المضاجِعِ واضْرِبُوهُنَّ ضرباً غيرَ مبَرِّحٍ، فإنْ اطعنَكُمْ فلا تبغُوا عليهنَّ سبِيلاً، ألا وإن لكُمْ على نسائكمْ حقاً، ولنسائكُمْ عليكم حقاً: فأما حقُّكمْ على نسائِكُمْ فَلاَ يوطِئْنَ فُرُشَكُمْ من تكرهُونَ، وَلا يأذنَّ في بيوتكُمْ لمن تكْرهُونَ، ألاَ وإنْ تُحْسِنُوا إلَيْهِنَّ فِي كِسْوَتِهِنَّ وَطَعَامِهِنَّ اَلاَ وَاِنّ الشَيْطَانَ قَدْ أيِسَ اَنْ يُعْبَدَ فِي بَلَدِكُمْ هذا أبداً، وَلَكِنْ سَتَكُونُ لَهُ طاعةٌ فِيمَا تَحتَقِرُونَ منْ أعْمَالِكُمْ وسَيَرضَى بهِ] أخرجه الترمذى وصححه «عوانٌ» أى أسيراتٌ

Tirmizî, Fiten 2, (2610); Tefsir 2, (3087); Müslim, Hacc, 194, (1218).

Görüldüğü üzere bu hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Veda Hutbesi’ni teşkîl etmektedir. Bu hutbe birçok sahâbe tarafından rivayet edilmiştir. Herbiri rivayeti hatırlayabildiği kadarıyla yaptığı için, hepsinin metninde farklılıklar vardır. Nitekim, müteakip birkaç rivayet de bu hutbe ile ilgilidir.
Veda Hutbesi birçok yönden ehemmiyet taşır: 1- Herşeyden önce Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hayatının sonlarında irad edilmiştir. Malum olduğu üzere Veda Haccı hicretin onuncu yılında cereyan etmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ömrünün son aylarını yaşamaktadır ve birkaç ay sonra vefat edecektir. “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak Müslümanlığı beğenip seçtim ve ondan râzı oldum” (Mâide, 3) mealindeki âyet de bu hac sırasında nâzil olmuştur.
2- Hadiste geçen el-Haccu’l-Ekber tabiriyle kastedilen şey, kurban günüdür. Arafe günü olduğu da söylenmiştir. Ancak doğru olanı kurban günüdür. el-Haccu’l-Ekber’le ilgili söylenen başka teviller asılsızdır. Buna el-Haccu’l-Ekber denmesi, umre ziyaretinden ayırmak içindir. Zira umre’ye el-Haccu’l-Asgar denmiştir.
3- Hutbe muhteva olarak da ehemmiyetlidir. Zira ciddi meselelere temas etmekte, o güne kadar ele alınmamış olan birçok câhilî tatbikata son verilmektedir. Kan davâsının, fâizin kesinlikle kaldırılması, karıkoca arasındaki hukukun tavzîhi, nesî takvimi’nin ilgası, hac menâsikinin tesbiti vs. hepsine bu hutbede yer verilir. Günümüz müelliflerinden bazıları Veda Hutbesi’ni İslâm’ın “insan hakları” veya “kadın hakları” beyannamesi olarak değerlendirir. Gerçekten de insanların “mal, can, ırz” dokunulmazlığının te’yidi tarihte ilk defa cereyan eden bir vak’adır. 20. asırda Birleşmiş Milletlerce benimsenen insan hakları beyannamesi şüphesiz çok daha fazla teferruata yer veriyor. Ancak onlar hep kâğıt üzerinde kalmıştır ve öyle olmaya devam edecektir. Burada ise âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in tebliği olarak vicdanlara, ruhlara, akıl ve fikirlere nakşolma sözkonusudur. İnsanlık, Müslümanların en şa’şaalı, en güçlü devirlerinde bile, dili, dini, rengi ne olursa olsun İslâm topraklarında kanından, malından, ırzından emin olmuş, hürriyet içinde yaşamıştır. Avrupalıların hâkimiyet kurdukları yerlerde öldürüle öldürüle nesli tüketilen, terör ve yasaklarla dili, dini unutturulan kavimlerin, yeryüzünden tamamen silinen medeniyetlerin sayısı çoktur.
4- Kadınlarla ilgili birkaç noktayı açıklamamız gerekecektir: Hadiste belirtildiği üzere karıya, kocanın “iyi muâmele”de bulunması esastır. Kocasının onun üzerinde bazı hakları vardır. Ancak onun da kocası üzerinde hakları vardır. Her ikisi de diğerinden bu haklardan daha fazlasını zorla isteyemez. Erkeğin kadınına karşı borçları nafakadır: Yiyecek, giyecek ve mesken temini. Dinimiz bunların asgarî miktarını tâyin ederken devrin şartlarını, örfü, kadının geldiği ailenin iktisadî seviyesini gözönüne almıştır. Fıkıh kitaplarımız bu meselelere geniş yer verir. Teferruata girmeden İslâm âlimlerinin icma ettikleri ana prensipleri kaydedelim: Nikah akdi, istihdam (kadını hizmetlenme) akdi değildir. Bu sebeple yemek yapmak, evi süpürmek, çamaşır yıkamak gibi dahilî; dükkanda, tarlada çalışmak, hayvanları tımar etmek gibi harici işleri yapmakla mükellef değildir. Kadın, bu çeşit hizmetlerin görülmesi için, masrafı kocası tarafından karşılanmak üzere en az bir hizmetçi tutmak hakkına sahiptir. Koca, hanımın yemeğini pişmiş ve hazırlanmış olarak getirmek zorundadır. Kadın bir kısım ev işlerini yapıyorsa bunu hukukî bir mecburiyet olarak değil, bir iyilik, hoş bir âdet, örf olarak yapar. Bu çeşit işleri yapmak istemese kocası icbar edemez. Bu davranışı sebebiyle kadın günahkâr da olmaz. Ona terettüp eden hukukî vecibe: Kocasından izin almadan evden ayrılmaması, kocasının istemediklerini eve almaması, çağırdığı takdirde yatağa gelmesidir.”(45)
KADININ DÖVÜLMESİ MESELESİ’ne gelince, dinimiz, bazı sıkı kayıtlarla buna yer vermiştir. Yukarda kaydettiğimiz hadisten ayrı olarak Kur’an-ı Kerîm’de de yer verilen bir husustur. Kur’ân-ı Kerîm’de yer verilmiş olması mevzuya ayrı bir ehemmiyet kazandırmaktadır. Bizce, âyet-i kerîmenin bu meseleye temas etmiş olması kadınları himayeye mâtuf bir durumdur. Zira başta günümüzün en ileri memleketlerinde bile hâlâ câri olduğu üzere, her devirde, her millette kadınlar dövülmüştür. Kıyamete kadar da bu realite devam edeceğe benziyor. Sanki insanî münasebetlerin kadın-erkek bölümünün tabiî bir neticesidir. İnsanlar zarurî olan münasebetlerinde her zaman orta yolu koruyamazlar, ifrattefrit, rızagazab, sevgi-öfke iç içedir. Bunların sonucu olarak münakaşalar, ağız kavgaları, yumruklaşmalar hatta cinâyetler vukûa gelir. Bunlar “olmamalıdır” diye bir teşriat olamaz. İslâm bu meselede realiteyi kabul ederek müntesiblerini makul hududda tutmaya, frenlemeye çalışır. Esasen her meselede “vasat yol”u göstermek İslâm’ın ana ruhunu teşkil eder.
Bu kısa açıklamadan sonra asıl mevzumuza gelelim: Kur’ân-ı Kerîm’de, meâlen şu ayet mevcuttur: “Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara gelince, evvela kendilerine nasihat edin, sonra yataklarında onları yalnız bırakın, yine dinlemezse dövün (Nisa, 34).
Dikkat edilirse âyet kadının dövülmesini birçok şarta bağlamaktadır:
1- MEŞRU SEBEP: Kur’ân’da bu sebep “nüşuz” kelimesiyle ifade edilir. Türkçe meallerde umumiyetle hep “serkeşlik” olarak tercüme edilmiştir. Kelime Arapça’da yükseklik, tümseklik, sivrilik gibi mânalara gelir. Selef âlimleri kadınla ilgili olarak Kur’ân’da gelen bu tavırdan “kocasına isyanı, koku sürünmemesi, kocasını nefsinden men etmesi, kocasına daha önceki davranışını değiştirmesi, kocasına sevgisizlik izhar etmesi, kocasının tâyin ettiği evde oturmayı
[Dipnot]=45. Karı ve kocanın karşılıklı hak ve vazifeleri hususunda daha geniş bilgi ve bu bilgilerin kaynağını görmek isteyenlere Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızı tavsiye ederiz. (Bilhassa 385-307 sayfaları.)
kabul etmeyip bir başka yerde oturması gibi durumları anlatmıştır.
Yani, kocasına karşı olan vecibelerini yerine getirmemesi diye hülâsa edebiliriz. Vecibe olmayan işlerdeki itaatsizlikten dolayı dövmeye hakkı yoktur. Ev işlerini yapmaması gibi.
Veda Hutbesi’nde, kadını dövmeyi meşru kılan suç “nüşuz” kelimesiyle değil, “fâhiş” kelimesiyle ifade edilmiştir. Biz “çirkinlik” olarak tercüme ettik. Bunu, dilimizde aynı kökten fuhuş kelimesiyle tercümeyi uygun bulmadık. Çünkü fuhuş, zina mânasına gelir. Halbuki burada zinanın kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü zinanın cezası recm denen hadd-i zina’dır. Bunun dayakla geçiştirilmesi mümkün değildir. Öyle ise, bu hutbede geçen fâhiş kelimesini fuhuşla açıklamak ve böylece Kur’ân’da geçen “nüşuz” kelimesinin vuzuha kavuşturulduğunu söylemek uygun olmaz.
2- CEZANIN USÛL VE MİKTARI: Kadın meşru birsebeple dövülebilirse de bu, en son baş vurulacak yoldur. İlk önce, serkeşliği sebebiyle nasihat edip, tatlılıkla ondan vaz geçirme yolu aranacak. Bu müessir olmazsa yatağı ayrılacak. Bu iş, arkasını dönmek ve konuşmamak suretiyle gerçekleştirilir. Ayrı bir yatakta yatılır da denmiştir. Bu ceza da müessir olmazsa dayak meşru hâle gelmektedir. İslâm burada da yenilik getirerek dayağın derecesini belirtmiş “çok acı verici olmaması”nı emretmiştir.
Şu halde, İslâm, her devirde mevcudiyetini fiilen dünyanın her köşesinde muhafaza etmiş beşerî bir realiteyi ciddî kayıtlara bağlayarak kadınlar lehine ıslah etmiş, asgarî seviyeye, en az zararlı bir hâle getirmiştir.
Elmalılı Hamdi Efendi,  dayakla ilgili yukarıda temas ettiğimiz ayet-i kerîmenin açıklamasını yaparken bir dipnot düşüyor. Buraya aynen kaydını uygun buluyoruz:
“Burada, kadın dövülür mü, diye bir soru vârid olabilir. Evet dövülmez, fakat bu ifadede kadın demek nâşize (serkeş), âsiye (isyankâr) karı demek olmadığı da unutulmamak lâzım gelir. Sırasına göre insanca olmak üzere bir kaç tokat, hissi isyan ile sukuta doğru giden hırçın bir kadına kadınlık şeref ü terbiyesini bahşetmek için güzel bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum:
“Nush ile yola gelmiyeni etmeli tekdir,
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” demiştir. Zamanımızda Kur’ân’ın işbu “onları dövün” emrini sui tefsir ederek dillerine dolamak isteyen Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garib bir tesadüftür ki, biz bu âyetin tefsîriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısına ikame ettiği davaya karşı “hırçınlık edip kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği dayaktan dolayı talâk (boşanma) dâvâsı ikamesine hakkı olmadığına” hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu” (Cilt 2, s. 1351).
3- Hadîsin son kısmı ehemmiyet verilmeyen bir kısım günahlarla ilgili; “Şeytan şu beldenizde, kendisine ebediyyen tapılmayacağını idrak etmiştir. Fakat, sizin önemsemediğiniz şeylerde ona itaat devam edecek, bunlar da onu memnun edecektir” buyuruluyor.
Şârihler, Mekke ve civarında, artık puta tapma şeklinde kimsenin küfre dönmeyeceğini anlamışlardır. Bedevilerde görülen irtidad hâdiselerinin de bu hükmü cerhetmeyeceği açıktır, zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in vefatından sonra görülen bu hâdiseler, mahiyetce eski putlara dönüş olmamıştır. Ancak hadis “katl, yağma gibi bazı büyük günahlarla, bir kısım küçük günahları شputa tapmak değil’ diye mühimsemeyip, işlemeye devam edeceksiniz, şeytana uymada bu da yeterli olacaktır” şeklinde uyarıda bulunmakta, günah küçük bile olsa kaçınmak gerektiğini irşad etmektedir. Nitekim İslâm uleması küçük günahlarda ısrar etmeyi büyük günah saymış, hatta bazıları, -büyük küçük ayırımı yapmadan- herbir günahta küfre giden bir yol olduğunu belirtmiştir. Ehemmiyet verilmeyen günahların nasıl küfre götüren bir günah gibi büyüyebileceğini açıklama sadedinde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (rahimehullah)’nin şu açıklaması ikna edicidir: “Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılalıştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâından çok hicab ettiği zaman, melâike ve ruhâniyâtın vücûdu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor. Hem Meselâ: Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, cehennemin inkârına cesâret veriyor. Hem mesela: Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubûdiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki: “Keşki o vazife-i ubûdiyet bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir mânevî adâvet-i İlâhiyyeyi işmâl eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe vücud-u ilâhiyyeye dâir kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vâsıtasıyla gâyet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubûdiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.”


(46)-Hadis

İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Haccı’nda şunu söylediler: “(Ey ahâli) hangi ayın hürmetce daha ileri olduğunu biliyor musunuz?” Halk: “Şu içinde bulunduğumuz ay değil mi?” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Peki, hangi bölgenin hürmetce daha önde olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Halk: “Şu yerler değil mi?” cevabını verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar: “Pekâla hangi günün hürmetçe daha üstün olduğunu biliyor musunuz? dedi. Halk: “Şu içinde bulunduğumuz gün değil mi?” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerine şöyle devam etti: “Öyleyse bilin ki Allah Teâla, sizlere, meşrû sebep dışında kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı haram kılmıştır, tıpkı şu beldede, şu ayda şu günümüzü haram kıldığı gibi.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bundan sonra üç sefer tekrar ederek sordu: “Duydunuz mu, tebliğ ettim mi?” Halk her defasında “Evet” cevabını verdi.

وعن ابن عمر رضى اللهُ عنهُما قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ في حَجةِ الوَدَاعِ [ألاَ أىُّ شهر تعلَمونهُ أعظَمَ حُرْمةً؟ قالوا: ألا شهرُنا هذا، قال ألا أىُّ بَلَدٍ تعلمونهُ أعظمَ حرمةً؟ قالوا: ألا بلدُنا هذا،قالَ ألا أىُّ يَوْمٍ تعلمونهُ أعظمَ حرمةً؟ قالوا: ألا يوْمُنَا هذا، قال فان اللهَ تعالى قدْ حرّمَ علَيْكُمْ دِمَاءَكُمْ وَأمْوَالَكُمْ وَأعْرَاضَكُمْ إلاّ بِحَقِّهَا كَحرمةٍ يومِكمْ هذا في بَلَدِكُمْ هذا في شهرِكم هذا، ألا هلْ بَلّغتُ ثلاثاً، كلُّ ذلكَ يُجِيبُونهُ ألا نعمْ. قالَ: ويْحكمْ أو ويْلَكُمْ لا ترجعوا بعدِى كفاراً يضربُ بعضكُمْ رقابَ بعضٍ]. أخرجه الشيخان واللفظ للبخارى

Buhârî, Hudud 9, Riyât 2, Hacc 132, Meğâzi 77,Fiten 8, Edeb 43; Müslim, İman 120 (66); Ebu Dâvûd, Sünne 16, (4686). Metin Buhârî’ye aittir.

Hadis Açıklamasını bulunmamaktır


(47)-Hadis

Ebu Bekre Nufey’u’bnu’l-Hâris es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: “Zaman, döne döne Allah’ın arz ve semâvâtı yarattığı gündeki düzenini tekrar buldu. Sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aydır. Haram aylar da üç tanesi peş peşe gelir: “Zülkade, Zü’lhicce ve Muharrem. Bir de Cumâdî ve Şâban ayları arasında yer alan Mudarlılar’ın Receb’i.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu:

وعن أبى بَكْرَةَ نُفيعِ بنِ الحارثِ الثقفىِّ رضى اللهُ عنهُ [أنّ النبىّ ﷺ قال: إنَّ الزَّمَانَ قدِ استدارَ كهيئتِهِ يومَ خلقَ اللهُ السَّمَواتِ والاَرْضَ، السنةُ اثنا عشرَ شهراً: منهَا أربعةٌ حُرُمٌ، ثلاثٌ متوالياتٌ: ذُو القَعدةِ، وذُو الحِجةِ، وَالمحرَّمُ، ورجبُ مضرَ الذى بينَ جُمادَى وشعبانَ، أىُّ شهرٍ هذَا؟ قلنا الله ورسولُهُ أعلمُ، فسكتَ حتّى ظنَنَّا أنهُ سَيُسمِىهِ بغيرِ إسمِهِ، فقال أليْسَ ذَا الحِجَّةِ؟ قلناَ بَلى. قالَ أىُّ بلدٍ هذا؟ قلناَ اللهُ ورسولُهُ أعلمُ، فسكتَ حتَّى ظنَنَّا أنهُ سيسمِيهِ بغير إسمِهِ. فقالَ: أليسَ البلدةَ الحَرَامَ؟ قلنَا بلى. قال فأىُّ يومٍ هذا؟ قلنَا اللهُ ورسُولُهُ أعلمُ. فسكتَ حتى ظننا أنهُ سيسميهِ بغيرِ اسمِهِ. فقال أليسَ يومَ النحرِ؟ قلنَا بلَى. قالَ فإن دماءَكُمْ وأمْوَالَكُمْ وأعْرَاضَكُمْ عَلَىْكُمْ حَرام كَحرمةِ يَوْمِكُمْ هذَا في بَلَدِكُمْ هذَا في شهرِكُمْ هذَا. وسَتَلقَوْنَ رَبَّكُمْ فيسْألُكُمْ عَنْ أعْمَالِكُمْ، ألاَ فَلا تَرْجِعُوا بَعْدِى كُفّاراً يضْربُ بَعضُكُمْ رِقَابَ بعْضٍ، ألاَ ليَبلغِ الشاهِدُ الغائبَ، فلعلَّ بعضَ مَنْ يَبْلُغُهُ أنْ يَكُونَ أوْعَى لَهُ مِنْ بَعْضِ مَنْ سَمِعهُ. ثُمّ قال: ألاَ هلْ بلَّغْتُ، ألاَ هلْ بَلَّغْتُ ثَلاثاً. قُلْنَا نعمْ، قال: اَللَّّهُمَّ اشْهَدْ]. أخرجه الشيخان وأبُو داودَ.

Buhârî, Hacc 132, Edâhî 5; Tefsîr, Berâe 8, Bed’i’l-Halk 2, Fiten 8, İlm 9; Müslim, Kasâme 29, (1679); Ebu Dâvûd, Hac 63, (1947).

Pek çok fıkıh ve hikmetlerle dolu olan Veda hutbesiyle ilgili olarak 45 numaralı hadisin açıklamasında bazı mühim noktalara temas ettik. Bir kısım meselelere de burada yer vereceğiz:
1- Hadiste geçen: “Zaman döne döne Allah’ın arz ve semâvatı yarattığı gündeki düzenini tekrar buldu” ifadesi açıklamaya muhtaçtır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ömrünün son senesinde mühim bir ıslahda bulunmuştur: Takvim reformu. O güne kadar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) câhiliye devrinden intikal eden müşriklerin takvim sistemine uymuştu. Bu sistem, kamerî ayları esas almakta ise de, haram ayları ticâret mevsimlerine düşürmek için nesî denen bir te’hir sebebiyle ayların yeri, sırası karmakarışık olmuştu. Şârihlerin yaptığı açıklamaya göre ayların karışmasına sebep olan bir başka âmil de bâzı yıllarda haram ayın birini helâl addederek, onun yerine bir başka ayı haram ilâve etme durumuydu.
Araplar Hz. İbrâhim ve oğlu Hz. İsmail (aleyhime’sselam)’den beri, senenin bazı aylarıyla ilgili hürmete (haramlık’a) riâyet ederlerdi. Buna göre, senenin 4 ayı haram idi. Bu ayların üç tanesi peş peşe gelen: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları, dördüncüsü de Receb idi.
Haram aylarında bir kısım yasaklara sıkı sıkıya riâyet ediyorlardı; birbirlerine çapulculuk, baskın, harb, yol kesme, adam öldürme ve hattâ intikam alma gibi yasak fiilleri işlemiyorlardı. Bu yasağa riâyet etmeyen çıkacak olsa, bu herkesçe büyük bir suç ve kınamayı mucib bir ayıp telakki edilirdi. Bu aylara o kadar hürmet ederlerdi ki, intikam bile alınmazdı. Sözgelimi babasının katiline rastlayan bir kimse ona dokunmaz, rahatsız etmezdi. Bu aylarda daha ziyade ibadetle meşgul olunurdu.
Ne var ki, üç ayın peş peşe gelmesi bazı sıkıntılar getiriyordu. İktisadî düzenleri büyük ölçüde çapul ve yağmaya dayanan kabilelere üç ay gelirsiz kalmak zor gelmeye başlamıştı. Bu mahzuru gidermek üzere “nesî” denen te’hir’e başvurdular. Yani, haram aylardan birinde harbe (veya yasak olan herhangi bir fiile) mecbur kalacak olurlarsa, o ayın hürmetini bir başka aya te’hîr (nesî) ederlerdi. Mesela Muharrem ayında harp yapınca, o yıl sefer’i haram sayarlardı. Müteâkip sene bu hürmet başka aya te’hir edilirdi.
Bu tatbikat zamanla on iki ayda dört nisbetini de daha aşağı indirmek ve haccı dört mevsimden işlerine gelen bir mevsimde tutmak için altı ayda birer haftadan yirmi dört ayda bir ay tezyid ve tevsî etmişler.
Kamerî takvimden vazgeçmemekle birlikte şemsî takvime göre amel etmekten doğan bir kısım tezadlarının giderilmesi için başka müdahaleler yapılmış(46), yıllar yılı takip edilen bu tatbikât sonunda aylar karışmıştır. Bu durum, görüldüğü üzere, zamanla ilgili olarak Cenâb-ı Hakk (celle celâluhu)’ın takdir buyurduğu haram ve helâllerin karışmasına sebep olmuştur. Sözgelimi hac farîzası, onun yapılması gereken ayda değil, yapılmaması gereken ayda yapılmış oluyor. Bu sebeple âyet-i kerîme, nesî yani ayların yerini te’hir işlemini, “küfürde artış” olarak tarif etmiştir: “Doğrusu, ayların sayısı Allah yanında on iki aydır. Gökleri yeri halkettiği günkü Allah yazısında bunlardan dördü haram olanlardır. Bu, işte en payidar, en doğru yoldur.
[Dipnot]=46. Nesî takviminin hesaplanışını öğrenmek isteyenlere Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsîrini tavsiye ederiz: (4. 2528-2541)
Onun için bunlar hakkında nefislerinize zulmetmeyin… O NESÎ, ancak küfürde bir artıştır ki onunla kâfirler şaşırtılır, onu bir yıl helâl bir yıl da haram i’tibar ederler ki Allah’ın haram kıldığının sayısına uydursunlar da Allah’ın haram buyurduğunu helâl kılsınlar. Bu suretle kötü amelleri kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah da kâfirlerden ibaret bir kavmi hakka hidayet etmez” (Tevbe, 36-37).
Yukarıda kaydedilen hadis, Vedâ Haccı’nın, yılların devri sonunda, Arapların Zilhicce’yi haram kıldıkları seneye tesadüf ettiğini ifade etmektedir. Bu tevafuk, yaratılış sırasında Allah’ın aylarla ilgili olarak koyduğu hükme uygun düşmüş, bundan böyle nesi’ye yer verilmeden asl’a uygun olarak devam edilmesi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından teşrî edilmiştir.
2- Hadiste geçen “Mudarlılar’ın Receb’i tabirinden maksad, Recep ayının tahrimini mübalağalı şekilde ifâde etmektir. Çünkü Mudarlılar Receb’in hürmetine titizlikle riayet ettiği halde Rebîalılar, onun diğer aylara göre sırasında ihtilaf ederdi. Bunlara göre, Receb ayı Ramazan sayılmalı idi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Receb’in yeri meselesini Mudar lehine çözdüğü için o ayı onlara nisbet etmiştir. Bazıları, Mudarlılar’ın bu ayın hürmetine uymada titiz oldukları için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara nisbet etmiştir diye izah etmiştir.
3- BAZI FAİDELER: Hadis pek çok faide ifade etmektedir. Birkaçını zikredelim:
1- İlmin tebliğ edilmesine teşvik var.
2- İnsan ilme tam ehil olmazdan önce öğrenmeye başlaması caizdir.
3- İlmi tebliğ için öğrendiğini anlaması şart değildir.
4- İlmi ikinci elden alanlar, yani arkadan gelenler, birinci elden alanlardan daha anlayışlı olabilir, müteahhir olanlar arasında az da olsa mütekaddim olanları geçecek çıkabilir.
5- Aslında duran hayvana binmek câiz değilse de, ihtiyaç halinde câiz olabilir. Öyle ise bu hususta hadislerde gelen yasaklama, zaruret olmaksızın hayvan durdurup inmeden sohbet etmekle ilgilidir.
6- Halka hitab ederken yüksek bir yerde durmak hem duyurmayı kolaylaştırır, hem de halkın hatibi görmelerine imkân sağlar.
7- Söylenen sözün mühim noktalarını tekrar etmek, dinleyicinindaha iyi anlamasını ve zihninde yerleşmesini sağlar.
8- Ashab (radıyallahu anhüm ecmaîn) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a karşı edeb ve nezâketleri sebebiyle, sorulara: “Allah ve Resûlu daha iyi bilir” diye cevap verirlerdi.
9- Tebliğde mühim bir metod önce muhatabı hazırlamadır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’ın içinde bulunulan gün, ay ve hutbenin verildiği yerle ilgili olarak soru sorması, Kurtubî’nin açıklamasına göre yapılacak tebliğin müessiriyetini artırmak için baş vurulan bir metoddur. Şöyle der:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu üç şeyden sorması, sonra her sualin arkasından sükut buyurması (onlara bir bilgi sunmak için değil) onların fehim ve anlayışlarını (yapacağı asıl tebliğe) hazırlamak, muhatablarını bütün varlıklarıyla kendisine yöneltmek ve vereceği haberin azamet ve ehemmiyetini duyurmak içindi. Nitekim (zihinleri başka meşguliyetlerden arındırılmış, dikkatleri kendisine çekilmiş olan cemaate bu psikolojik hazırlama safhasından) sonra haykırdı: “Bilesiniz ki; kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır, şu günün, şu ayın, şu beldenin haram olduğu gibi. Bu söylediklerimi burada olanlar olmayanlara duyursun…”


(48)-Hadis

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurdu ve sonra da “Şu ayeti okuyun” dedi: “Allah’ın yaratılışta verdiği fıtrat…” (Rum, 30). Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü şöyle tamamladı: “Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?” Dinleyenler: “Ey Allah’ın Resûlu, küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: “(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir.”

وعن أبى هريرة رضى اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [مَامِنْ مولودٍ إلاّ يولدُ علَى الفطرةِ ثم يقولُ اقرؤا «فِطرَةَ اللهِ التى فطَرَ النّاسَ علَيْهَا» فأبَواهُ يُهَوِّدَانِهِ أوْ يُنَصِّرَانِهِ أوْ يُمجّسَانِهِ كَمَا تُنْتِجُ البَهيمةُ بَهِيمةً جَمْعَاءَ، هلْ تُحسونَ فيهَا من جَدْعاءَ حتَّى تكونُوا أنتم تجدعُونَهَا. قَالُوا يا رسُولَ اللهِ: أفَرأيْتَ من يَمُوتُ صَغِيراً؟ قَالَ: اللهُ أعْلَمُ بِمَا كَانُوا عَامِلِينَ] أخرجه الستةُ إلاّ النسائىّ، وهذا لفظُ الشيخين، وللباقينَ بنحوِهِ. وفي أخرى [مَامِنْ مَوْلُودٍ يُولدُ إلاَّ وَهُوَ عَلى هذِهِ الملَّةِ حتَّى يُبينَ عنه لسانُهُ]

Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22, (2658); Muvatta, Cenâiz. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet 18, (4714).

1- Bu hadiste kişinin kazanacağı dinî, meslekî, ilmî vs. her çeşit şahsiyette terbiyenin, hususen anne ve babanın rolü dile getirilmektedir. Gerçekten milletlerin iyi veya kötü her istikamette kaderini tayin eden âmillerin başında terbiye gelir. Terbiyevî gayretler terbiyevî müesseseler, terbiyeye ayrılan vaktin miktarı neticeye tesîr eder. Hadîste, terbiye yoluyla çevrenin kişiye vereceği şeylere “din” örneğinde dikkat çekilmiştir.
2- Dikkat çekilen ikinci bir husus çocuk fıtratıdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bütün çocukların aynı fıtrata sâhip olduğunu ifade etmektedir: Zengin çocuğu da, fakir çocuğu da… siyahî  çocuğu da, beyaz çocuğu da, Avrupalı aileden doğan çocuk da, Afrikalı yamyam âileden doğan çocuk da aynı fıtrata sâhip. Demek ki, doğduğu an dikkate alındıkta bütün insanlar aynı yaratılış üzeredirler, aynı temel kapasite ve temayüllere sahiptirler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) “Allah’ın yaratışta verdiği fıtrat” âyetini de delil getirerek mevzuyu iyice kuvvetlendiriyor. Kavimler, milletler, ırklar arasındaki farklılıklar, dış şartların ve bilhassa terbiye sisteminin tesiriyle husule gelmektedir. Terbiye sistemi deyince, öğretilen muhteva, öğretime verilen ciddiyet, öğretim müddeti, öğretim techizatı, teknik ve metodlar, nazariyat, pratikler vs. vs. anlaşılacaktır.
Âlimlerden bazıları: “Çocuk, Allah bilgisine sahip olarak, Allah’ı ikrar edecek bir yaratılışla doğar. Kendisinin bir yaratanı bulunduğunu ikrar etmeyecek hiçkimse doğmamıştır, bunu başka şekilde isimlendirse ve hattâ, O’nunla birlikte bir başka şeye tapınsa da” demiştir.
Nevevî, muhtelif görüşleri kaydettikten sonra “En doğrusu, her çocuğun İslâm’ı kabûle hazır bir yaratılışla doğmuş olmasıdır” der. Hadisi böyle anlamalıyız demek ister.
3- Hadîste temas edilen üçüncü husus, büluğa ermeden ölen çocukların uhrevî âkibetleri. İslâm âlimleri, bu meseleye temas eden diğer hadisleri ve bir kısım âyetleri de nazar-ı dikkate alarak farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:
1- İslâm âlimleri büyük çoğunluğuyla “Müslüman ailelerin çocukları cennetliktir, çünkü mükellef olmazdan önce ölmüşlerdir” der. Bu hususta kesin hükümden kaçarak ihtiyatı iltizam edenler olmuşsa da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in: “Bülûğa ermeden üç çocuğu vefat eden hiçbir Müslüman yoktur ki, Cenâb-ı Hak, çocuklara olan rahmeti sebebiyle onu cennete koymamış olsun” hadisine dayanarak bunların isabetli davranmadıklarını söylemişlerdir.
2- Müslüman olmayan ailelerden ölen çocuklar hakkında üç farklı görüş ortaya atılmıştır:
a) Çoğunluk, “Bunlar ebeveynlerine tâbi olarak cehennemliktir” diye hükmetmiştir.
b) “Kesin hüküm verilemez” diyenler olmuştur.
c) Muhakkik âlimlerin benimsediği sahih görüşe göre bunlar da cennetliktir. Bu görüşü ileri sürenlerin delilleri arasında şu âyet de yer alır: “Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azâb etmeyiz” (İsra, 15).


İMÂN VE İSLÂM’A GİREN MÜTEFERRİK HADÎSLER – ÜÇÜNCÜ BAB

(49)-Hadis

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Mü’min, mütemadiyen rüzgarın eğici tesirine mâruz bir bitkiye benzer. Mü’min, devamlı belalarla başbaşadır. Münâfığın misali de çam ağacıdır. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç ırgalanmaz.”

عن أبى هريرة رضى اللهُ عنهُ قال: قال رسولَ اللهِ ﷺ: [مِثلُ المؤمِنِ مثلُ الزرعِ لا تَزَالُ الريحُ تُميلُهُ، ولاَ يزالُ المؤمنُ يصيبُهُ البلاء، ومثلُ المنافق كشجرةِ الاَرْزِ لا تهتزُّ حتَّى تستحصدَ]. أخرجه البخارى والترمذى. الأرز «بسكون الراء» شجر الصنوبر

Buhârî, Mardâ 1; Tirmizî, Emsâl 4, (2870); Müslim, Sıfatu’l-Münâfıkûn 58, (2809).

Burada mü’min, mütemadiyen esen rüzgarın önünde, sağa sola eğilerek kırılmadan dik kalan canlı bir bitkiye benzetiliyor. Aynî’nin kaydına göre mâna şudur: Mü’min Allah’a inanmıştır, hastalık, sağlık, lütuf, musibet gibi hayatın çok çeşitli esintileri onun ana istikametini bozmaz, kulluk vasfını, imanını sarsmaz. Lütuflara mazhar olsa şükreder, müsibetlere mazhar olsa sabreder ve hatta müsibetlerin kazandıracağı ecri düşünerek Rabbine şükür de eder. Kâfir veya münâfık ise böyle değildir. Allah, onu müsîbetlerle denemek istemez. Ona sıhhat ve dünya işlerinde kolaylık, başarı verir, tâ ki âhireti iyice zorlaşsın. Allah, helâk olmasını dilediği zaman ağır bir ağacın devrilmesi gibi devirir. Şiddetce, elemce çok daha fazla bir azabı tadarak ölür. (Umdetu’l-Karî, 21, 210).


(50)-Hadis

İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştu: “Mü’min, yaprağını hiç dökmeyen yeşil bir ağaca benzer.” Halk falanca ağaç, fişmekânca ağaç diye tahminde bulundular, (fakat isabet ettiremediler). Ben, “Bu, hurma ağacıdır” demek istedim, ancak (yaşım küçük olduğu için) utandım. Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): Bu hurma ağacıdır” diyerek açıkladı.”

وعن ابنِ عمرَ رضىَ اللهُ عنهُمَا قال: قالَ رسُولَ اللهِ ﷺ: [مثلُ المؤمنِ كمثلِ شجرةٍ خضراءَ لا يسقط ورَقُها وَلا يَتَحَابُّ. فقال القومُ: هِىَ شجرةُ كذا هىَ شجرةُ كذا، فأردتُ أن أقولَ هى النخلةُ فاستحييتُ. فقالَ هى: النخلةُ]. أخرجه الشيخان

Buhârî, İlm 4, Edeb 79; Müslim, Sıfatu’l-Münâfıkûn 64, (2811).

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(51)- Hadis

Nevvâs İbnu Sem’ân (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah, bize iki tarafında iki ev bulunan bir doğru yolu misal veriyor. -Bir rivayette iki ev değil “İki sur” denmiştir- Bu evlerin açık olan kapıları vardır. Kapıların üzerine de perdeler çekilmiştir. Biri yolun başında, biri de onun yukarısında durmuş iki dâvetçi (gelip geçenlere) şu dâveti okuyorlar: “ Allah cennete çağırır, dilediğini doğru yola eriştirir” (Yunus, 25).

وعن النواس بنِ سَمعانَ رَضِىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسُولُ اللهِ ﷺ: [إنَّ اللهَ تعالى ضربَ مثلاً صراطاً مستقيماً على كَتفَىِ الصراطِ دَارَانِ. وفي رواية سُورانِ لهما أبوابٌ مفتَّحةٌ، على الأبوابِ ستورٌ، وداعٍ يدعوا عَلَى رأسِ الصراطِ، وداعٍ يدعو فوقه واللهُ يدعوُ إلى دارِ السَّلامِ ويَهدِى من يشَاءُ إلى صراطٍ مستقيمٍ. فالأبوابُ التِى على كَتِفَىِ الصراطِ حدُودُ اللهِ تعالى فلاَ يقعُ أحدٌ في حدودِ اللهِ تعالى حتَّى يكشفَ السترَ، والذِى يدعُو منْ فوقِهِ واعظُ ربِهِ]. أخرجه الترمذى، وفسرهُ رَزينٌ في حديثٍ رواهُ عنِ ابنِ مسعودِ رضىَ اللهُ عنه: أنَّ الصراطَ هوَ الإسْلامُ، وأنَّ الأبوابَ مَحارِمُ اللهِ تعالى، والستورُ حدودُ اللهِ، والداعى على رَأسِ الصراطِ هو القرآنُ، والداعى فوقَهُ واعظُ اللهِ تعالى في قلبِ كلِّ مؤمنٍ

Tirmizî, Emsâl 1 (2863).

Hz Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) birçok yüce ve ince hakikatleri temsil ve teşbihlerle ifade etmekle hem anlaşılmalarını kolaylaştırmış, hem de zihinlerde daha iyi yerleşmelerini sağlayarak müessiriyetini artırmıştır. Burada, söylediğimize bir örnek görmekteyiz. İbnu Abbas temsilde geçen hakikatları vuzuha kavuşturmuştur.
İbnu Abbas’tan kaydedilen bir diğer açıklamada şöyle denir: “Bunların fevkinde yer alan bir dâvetçi, kul bu kapılardan birini açmak istediği zaman şu ihtarı yapar: “Sakın onu açma, eğer açacak olursan o (yasağa) girersin…”


(52)- Hadis

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: “İslâm garib olarak başladı, tekrar başladığı gibi garîb hâle dönecektir. Gariblere ne mutlu!”

وعن أبى هريرة رضىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [بدأ الإسلامُ غريباً وسيعودُ غريباً كَما بدأ فطوبَى للغرباءِ]. أخرجه مسلم

Müslim, İmam 232, (145); Tirmizî, İman 13 (2631).

İmam Mâlik’ten yapılan rivayete göre, hadis, Medine ile alâkalıdır, İslâm dininin orada garib olarak başladığını ve tekrar oraya döneceğini ifade etmektedir. Kâdı Iyaz ise şöyle demiştir: “Hadisin zâhiri umum ifade eder (yani Medine ile alakalı değildir), İslâm münferid şahıslar arasında, azınlık olarak başladı, sonra intişar ederek pekçok insan ona dahil oldu. Sonra tekrar azalacak. Öyle ki başlangıçtaki gibi münferid şahıslar ve azınlık hâline dönecek.
Gariblere ne mutlu cümlesindeki gariblerle sıkıntılara maruz kalan ilk muhacirler ve yine azınlığa düşmekle sıkıntı çekecek olan son Müslümanlar kastedildiği söylenmiştir.
Hadisten yeis veren bu mâna çıkarıldığı gibi aksi bir mâna da çıkarılmıştır, yani: Nasıl ki, bidayette İslâm, eşi görülmemiş (garîb) bir tarzda fevkalâde bir inkişaf gösterdi ise, kıyamete yakın öylesi bir inkişafa mazhar olacaktır.
Hadisten kesinlikle böyle bir mâna çıkaran Elmalılı Hamdi Yazır merhum, Neml suresinin son âyetlerini tefsir ederken yukarıdaki hadisi de zikrederek şu açıklamayı sunar: “Bu âyetin işaretine nazaran İslâm’ın istikbali gece değil, gündüzdür. Sönük değil parlaktır. Arasıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mâna maruf bir hadis-i şerif ile şöyle beyan buyurulmuştur:
الاسلام بدأ غريباً وسيعود كما بدأ غريباً طوبى للغرباء
Bu hadisteki “Seyeûdu” fiilini ekseri kimseler “seyesîru” mânasına fi’li nakıs telakki ederek: “İslâm garip olarak başladı (yahut zuhur etti) yine başladığı gibi garip olacak” diye yalnız İnzar suretinde anlamış, bundan ise hep yeis, teammüm etmiştir. Halbuki Kamus’ta gösterildiği üzere “Âde” fiili “  ببدئ ـ ويعد   “ de olduğu gibi; dönüp yeniden başlamak mânâsına da gelir.
Bu hadis de böyledir. Yâni “İslâm garib olarak başladı (veya zuhur etti) ileride yine başladığı gibi garip olarak tekrar başlayacak (yahut yeniden zuhur edecek) ne mutlu o gariplere” demektir. Hadisin âhirindeki Fetûba kelimesi onun, inzar için değil, tebşir için sevk buyurulduğunu gösterir, gerçi bunda da ilk hale dönüp garip olmak inzarı yok değil, lâkin dönmeyip yeniden başlaması tebşiri vardır. İşte “Fetûbâ lil gurebâ” müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar sâbikun-i evvelûn gibidirler. Binaenaleyh hadis de ye’si değil müjdeyi nâtıkdır.
Bir başka yerde milâdî on dördüncü asrın Hıristiyan âlemi için reform ve uyanma hareketlerinin başlangıcı olmaı gibi hicrî on dördüncü asrın da İslâm dünyası için yeni bir uyanış ve şahlanış dönemi olacağı sezgisini ifade eden Elmalılı Hamdi Efendi merhumu te’yid eden Kur’ân ve hadisten bazı başka naklî delîller bulmak bile mümkündür. Mesela Sure-i Fetih’te
هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالهُدىٰ وَدِينِ الحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلى الدِِّينِ كُلِّهِ وَكَفىٰ بِاللهِ شَهِيداً
Meâl-i münifi: “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere peygamberini, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak din ile gönderen O’dur. Şâhid olarak Allah yeter” (Feth, 28).
Ahmed İbnu Hanbel’in Müsned’inde gelen Nebevî bir müjde de şöyle:
لاَ يَبْقىٰ عَلى ظَهْرِ الأرْضِ بَيْتُ مَدَرٍ وَلاَ وَبَرٍ إلاَّ اَدخَلَهُ اللهُ كَلِمَةَ الإسْلاَمِ بِعِزِّ عَزِيزٍ اَوْ ذُلِّ ذَلِيلٍ إمَّا يُعَزِّهُمُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ فَيَجْعَلُهُمْ مِنَ اَهْلِهَا أَوْ يُذِلُّهُمْ فَيدَينُونَ لَهَا
“Yeryüzünde mevcut topraktan veya yünden yapılmış her eve Allah,mutlaka İslâm’ın mesajını sokacaktır. Bu, bir kısmını aziz, bir kısmını da zelil kılacaktır. Allah’ın hidâyet nasib ettikleri ona (İsteyerek) dâhil olup izzet bulacaklar, hidâyete ermeyenler ise, zorla tâbi olarak zelil olacaklar.” Mikdâd İbnu’l-Esved (radıyallahu anh) tarafından yapılan bu rivayeti, Temîmu’d-Dârî (radıyallahu anh) tarafından yapılan bir rivayet aynen te’yid eder: “Bu din, gece ve gündüzün ulaştığı her yere mutlaka ulaşacaktır. Allah, onun girmediği topraktan veya yünden yapılmış (çadır) hiçbir ev bırakmayacaktır. Bu giriş, bir kısmını aziz, bir kısmını da zelîl kılacaktır. Allah İslâm’a izzet, küfre de zillet verecektir.”
Ye’se, “mâni-i her kemâl” diyen Bediüzzaman Saîd Nursî de İslâm’ın müstakbel bir zaferine inananlardandır. O, bu inancını muhtelif fırsatlarda kesin bir üslubla cezm ederek ifade eder:
Yakinim var ki istikbal semâvatı, zemin-i Asya bâhem olur teslim yed-i beyza’yı İslâm’a der. Rüyada, selef-i sâlihin’den ve geçmiş asırların temsilcilerinden müteşekkil münevver bir meclisin müjdesi olarak aldığı şu tebşiratı da onun kesin kanaatının ifadesi olmaktadır: “Evet, ümitvâr olunuz… Şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek gür sedâ İslâm’ın sedası olacaktır!…”
Bediüzzaman’ın inandığı İslâmî kurtuluş mevziî, mahallî bir zafer değil, bütün dünyayı kucaklayan bir İslâmî galebedir. Buna giden yol ümidden, rahmet-i İlâhiyeye güvenden geçmektedir. İçinde bulunduğumuz şartların menfî görünüşü, ye’se atmamalıdır. Semâvatı bir anda bulutlarla doldurup, bir anda yağmur başlatan kudret, dilediği takdirde her şeyi yapmaya kâdirdir. Bizim için esas olan O’nun rızasını kazanmaya çalışmaktır. Zevahire kanıp, ümidi kaybetmemektir. Ümmeti, mâni-i her kemal bildiği yeisten kurtarmayı hedefleyen ümit verici ifadelere, sıkca yer veren Bediüzzaman: “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun, bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenâlaşacak?”diyenlere şu cevabı verir: “Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur’un sözünü dinleyen bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesairler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışda geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki; mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O  bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal’anın başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan “henîen leküm” sadasını işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar varsınlar şu kitabın hakikatini hayâl tevehhüm etsinler. Zirâ ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili, hakikat olarak size tahakkuk edecektir.
Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum zirâ Asr-ı Sâlis-i Aşrin, yâni on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sûreten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye daved ediyorum.
İşte ey iki âyâtın ruhu hükmünde olan, İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinât üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin!”