(53)- Hadis

İmam Malik’e ulaştığına göre,

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söylemiştir: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın Kitab’ı ve Resûlünün sünneti.

عن مالك أنهُ بلغَهُ أنّ النبى ﷺ قال: [تركتُ فِيكُمْ أمرينِ لَنْ تَضِلُّوا ما تَمَسّكتُمْ بِهِمَا: كِتَابَ اللهِ تَعالَى، وَسُنّةَ رَسُولِهِ ﷺ] .

Muvatta, Kader 3, (2, 899).

Hâkim’in el-Müstedrek’te kaydettiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Hutbesi sırasında, bu hatırlatmayı yapmıştır. Hadis’te İslâmiyetin asliyeti üzere korunması ve kurtuluşa ermek için tek muteber yolun Kur’ân’ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye uymak olduğunu bildiriliyor. Bunlara uymayan bütün yollar çıkmaz sokaktır, aldatmacadır.


(54)- Hadis

Yezid İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın Kitabı’dır. Semâdan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim’dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün”

وَعنْ يَزِيدِ بنِ أرقمَ رضِىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [إنّى تاركٌ فِيكُمْ مَا إنْ تَمَسّكتُمْ بِهِ لَنْ تَضِلُّوا بَعْدِى: أحَدُهُمَا أعظَمُ مِِنَ الآخرِ، وَهُوَ كِتَابُ اللهِ  تَعَالى حبلٌ ممدودٌ مِن السّماءِ إلى الأرضِ، وَعتْرَتِى أهلُ بَيْتِى لنْ يَفْتَرِقَا حتّى يردَا علَىّ الحوضَ فانْظُروا كيْفَ تَخْلِفُونِى فِيهمَا] أخرجه الترمذى .

Tirmizî, Menâkıb 77, (3790).

Tîbî, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Kur’ân-ı Kerîm’le Ehl-i Beyt’ini birbirinden ayrılmaz ikiz kardeşler olarak takdim edip, ümmettten her ikisi hakkında da iyi muâmele taleb ettiği, “Onların hakkını kendi nefislerinize tercih edin” demek istediğini belirtir. Tîbî şu noktaya da dikkat çeker. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu tavsiye ile, ümmetini, Cenab-ı Hakk’ın emri olan şükür vazifesini edâya çağırmış olmaktadır. Çünkü şu âyet, mü’minlere olan in’am ve ihsanına mukâbil edâ edilmesi gereken şükran borcunu Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)’in Al-i Beyti’ne muhabbet ve sevgi şartına bağlamaktadır: “(Habibim) de ki: “Ben bu (tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat istemiyorum” (Şûrâ, 23).
Âyette geçen ve akrabalık diye tercüme ettiğimiz el-Kurbâ kelimesinden çıkarılan mânalardan biri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yakınları, yâni Âl-i Beyt’idir. Yukarıda belirtilen hadis-i şerif’in bu âyeti tefsir edici mahiyette olduğu, bu maksatla îrad buyrulduğu ulemâmızca belirtilmiştir.
“Öyle ise, demiştir ulemâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ümmeti, nimete karşı nankörlük etmemeye çağırıyor. Kim bu vasiyeti yerine getirir, mezkûr iyiliğe -Kur’ân ve Âl-i Beyt hakkında iyi davranmak suretiyle- şükran borcunu öderse, Havz-ı Kevser’in başına gelinceye kadar kıyamet safhalarında birbirlerinden hiç ayrılmayacak olan bu ikizler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a o şahıs hakkında davranışlarıyla ilgili lehte şehâdette bulunacaklar. O zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bizzat mükâfatlandıracağı gibi, Cenab-ı Hakk da en uygun mükâfaatla mükâfaatlandıracaktır. Kim de Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)’in bu vasiyetini yerine getirmez, Kur’ân ve Al-i Beyt’inin hukukuna saygılı olmamak sûretiyle mazhar olduğu iman ve İslâm nimetinin şükrünü ödemezse, hakkında, bu açıklananın aksi bir hüküm verilecek, nankör muâmelesine mâruz kalacaktır.
Hadisin Müslim’de gelen bir vechi şöyledir:
“Ey insanlar, bilesiniz ki: Ben bir beşerim. Rabbim’in elçisinin (Azrail aleyhisselam) gelmesi ve davetine icabet etmem zamanı yakındır. Ben size iki kıymetli şey bırakıyorum: Birincisi Kitabullah’tır, içerisi nur ve hidâyet doludur. Allah’ın Kitabı’nı alın ve ona dört elle sarılın.” -Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kur’ân-ı Kerîm’e birçok teşviklerde bulunduktan sonra devamla dedi ki: “Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum…”


(55)- Hadis

İrbâz İbnu Sâriye (radıyallahu anh) dedi ki:

“Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize namaz kıldırdı. Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ, çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri: “Ey   Allah’ın Resûlü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz?” dedi. “Size, buyurdu, Allah’a karşı takvada bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hülefâ-i Râşidîn’in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid’attır, her bid’at de dalalettir, sapıklıktır.”

وَعَنْ العرباض بنِ ساريةَ رضِىَ اللهُ عنهُ قال: [صلّى بِنَا رسولُ اللهِ ﷺ ذاتَ يَومٍ ثمّ أقبلَ علَيْنَا بِوجْهِهِ فَوَعظَنَا موْعِظَةً بَلِيغَةً ذَرَفتْ مِنْهَا العيونُ ووَجِلَتْ مِنْهَا القُلُوبُ، فقالَ رجُلٌ: يا رسُولَ اللهِ كأنّ هذِهِ مَوْعِظَةُ مودِّعٍ فََماذَا تَعهَدُ إلَيْنَا؟ فقَالَ أُوصِيكُمْ بِتَقْوَى اللهِ تَعالَى وَالسّمعِ وَالطّاعةِ وإنْ كَانَ عبداً حبشيّاً فإنّهُ مَنْ يعشْ مِنْكُمْ بَعْدِى فسَيَرى اخْتِلافاً كَثِيراً، فَعَلَيْكُمْ بِسُنّتِى وَسُنةِ الخلفاءِ الراشِدينَ المهدِيينَ تَمَسّكُوا بِهَا وَعَضُّوا عَلَيْهَا بالنواجذ، وإياكمْ ومحدَثاتِ الأمورِ فإنّ كلَّ محدَثةٍ بدعةٌ، وكلَّ بدعةٍ ضَلالَةٌ] أخرجه أبو داود والترمذى. ومعنى «عَضُّوا علَيْهَا بالنَواجِذ» أى تمسكوا بها كما يتمسكُ العاضُّ بِجَميعِ أضْراسِهِ

Tirmizî, İlim 16, (2678); Ebu Dâvud, Sünne 6, (4607).

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in vefatına yakın yaptığı konuşmalardan biri görülmektedir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendinden sonra ümmetin dalâlete, fitneye, ihtilaflara düşmemesi için tek çıkar yol olarak Kur’ân’a ve sünnetine uyulmasını vasiyet ediyor. Daha önceki hadiste sünnet yerine “Ehl-i Beytime uyun” buyurmuştu. Şu halde Allah’tan gereğince korkmak ve Kur’ân’ın emirlerini ölçü olarak almak ümmetin vahdeti, dinin bozulmalara karşı muhafaza edilmesi için şart olduğu gibi, sünnete uymak, Ehl-i Beyte mensup olanlara saygı göstermek de bir o kadar ehemmiyet taşımaktadır.
Osmanlılar döneminde -Abbasîler döneminde başlatılan bir geleneğe uyularak- Ehl-i Beyt’e mensup olanlar, bu çeşit hadislerin teşvikiyle hususî alâkaya mazhar olmuşlardır. Devlet bu kimseler için hususî defterler tutmuş, maaşlar bağlamıştır. devlete sadâkatları sağlanan bu kitle sayesinde, İslâm âleminin tamamında, samimî bir devlet taraftarlığı, siyasî birlik taraftarlığı temîn edilmiştir. Maceraperest ayrılıkçılar halkın itibar ve hürmet ettiği eşraf zümresinin temâyülüne zıt tecrübelere girmekten çekinmiş olmalıdırlar. Böylece Âl-i Beyt’e saygının içtimaî ve siyasî ehemmiyeti anlaşılmış olmaktadır.
İTAAT MESELESİ: İslâm dininin en ziyade reddettiği hususlardan biri dâhilî kargaşadır. Çünkü dâhilî kargaşa, mâsum kanının dökülmesine sebep olduğu gibi dış düşmanların iştihasını da kabartır. Ümmet ve dîn için her ikisi de zararlıdır. Âyet-i kerîme de haksız yere bir kişinin canına kıyma cinayetini “bütün insanları öldürmüş olmak” gibi şenî bir cinayet addetmiştir (Maide, 32). Bu sebeple 43 numaralı hadisle ilgili olarak genişçe üzerinde durulduğu üzere, idareciye isyan asla tecvîz edilmemiştir. İdareci zâlim de olsa, zorba da olsa, fâsık da olsa isyan değil itaat ve sabır tavsiye edilir.
“Baştaki Habeşli bir köle bile olsa itaat etmek” tavsiyesini, bazı âlimler: “Devlet reisi tarafından vazifelendirilecek vâli veya  bir başka âmire itaati anlarken, diğer bazı âlimler “Habeşli bir köle istilâ yoluyla başa geçecek olsa, fitneye meydan vermemek için, itaat etmek gerekeceğini” rivayetlerden çıkarmışlardır. Burada belirtelim ki, itaat, Allah’a isyana götürmeyen emirleredir.
Zira Allah’a isyanda kula itaat yoktur. Bu çeşit emirlere uyulmaması isyan demek değildir, pasif mukavemettir. Allah’ın emirleri yerine getirilmeye devam edilir. Zâlimin zulmüne sabredilir. Ahmed İbnu Hanbel, Ebu Hanife, İmam Şâfiî gibi büyükler zulmü, işkenceyi ve hatta idamı göze almışlar ama insanları isyana teşviki düşünmemişlerdir.
BİD’AT MESELESİ: Şer’î ıstılahta “Dinde bir dayanağı (aslı) olmaksızın sonradan çıkan her şey”e bid’at denmiştir. Yukarıda metnini kaydettiğimiz hadiste mutlak şekilde sonradan ihdas edilen, çıkarılan herşey bid’at olarak ifade edilmektedir. Lügat açısından sonradan çıkan herşey bid’at sayılsa da merdud addedilmemiştir. Başkaca hadisler de bu bid’at anlayışına imkân tanır. Zira Ahmed İbnu Hanbel’in Mürsel’inde yer alan bir hadis, “Yeni bir bid’at ihdas eden her kavm onun bir mislini sünnet’ten kaldırıyor demektir” buyurur. Buna göre esas reddedilen bid’at, mevcudu kaldıran bid’attır. İçtimaî hayatın gelişmesi, karşımıza çıkan yeni şartların sonucu hâsıl olan ihtiyaçlara cevap veren bid’atlar kaçınılmazdır ve bunlar merdûd olamaz. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hz. Osman (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in sünnetinde mevcut olmayan tatbikatlara girişmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in kitap hâline getirilmesi, takvim vaz’ı, devlet divanlarının tutulması vs. hep sünnette olmayan şeylerdir. Hatta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bir kısmı (sekiz rekat’ı) cemaatle, bir kısmı da münferîd kılınan teravih namazının tamamının, cemaatle kılınmasını emreden Hz. Ömer (radıyallahu anh), bunun bid’at olacağını söyleyenlere: “Bu bid’atse ne güzel bid’attir” cevabını verir.
Meseleye temas eden İslâm âlimleri dinde uyulması gereken bu büyüklerin tatbikatını ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in konuyla ilgili beyanatının tamamını gözönüne alarak bid’atı, bid’ayı hasene, bid’ayı seyyie diye ikiye ayırırlar. Yani iyi bid’at, kötü bid’at. Bid’ayı hasene yerine göre kaçınması mümkün olmayan bir ihtiyaçtır. Bu sebeple bid’a vâcib, mendub, haram, mekruh ve mübah olmak üzere beş mertebeye ayrılmıştır. İmam Şafiî hazretleri bid’ayı “Kitap, sünnet, eser veya icmaya muhalif olarak ihdas edilen şey” diyerek en câmi tarifini yapar.
Hülasa etmek gerekirse bir bid’at, ya dine muvâfık ve bir ihtiyacı karşılayan bir şeydir ki, bu bid’at-ı hasene adı altında tahsin edilmiş, güzel bulunmuştur; veya bir ihtiyacı karşılamayan, daha önce zaten mevcut bir şeyi kaldırarak yerine geçecek olan -bir başka kültürden alınma, yahut beşerî hevaya uyularak, yoktan ihdas edilme- bir şeydir. Bid’at-ı seyyie denen bu ikinci kısım, bütün Müslümanların müşterek kültürleri yâni onların birlik ve vahdet vesîlesi olan “sünnet”e ters düştüğü için merduddur. Bu çeşit bid’atler, yâni yabancı kültürlere âit unsurlarla ferdî hevadan kaynaklanan unsurlar müstakillik ve müştereklik esasına müstenîd ümmet şahsiyetini haleldâr edeceği için hiçbir müsâmaha tanımaksızın şiddetle reddedilmiştir. Ahmed İbnu Hanbel’in Müsned’inden alarak kaydettiğimiz hadis bu açıdan bir kere daha değerlendirilebilir.


(56)- Hadis

Mikdâm İbnu Ma’dîkerib (radıyallahu anh) anlatıyor:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse onları haram addederiz” diyeceği zaman yakındır. Bilin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın haram kıldıkları da tıpkı Allah’ın haram ettikleri gibidir”

Ebu Dâvud’un rivayetinin baş kısmında şu ziyâde vardır: “Haberiniz olsun, bana Kitap ve bir o kadar da (sünnet) verildi.” Rivayetin gerisi yukarıdaki mânada devam eder.

Ebu Dâvud’un rivayetinin sonunda şu ziyade de mevcuttur: “Haberiniz olsun (Kur’an’da zikri geçmiyen) ehlî eşeğin eti de size helâl değildir, vahşi hayvanlardan parçalayıcı dişi (köpek dişi) olanlar, keza muâhedeli olanların yitikleri de haramdır. Ancak eşya sâhibi, ihtiyacı olmadığı için, kasden terketmişse o müstesna. Bir kimse bir kavme uğradığı zaman, ona ikram etmek, o kavme vazife olur. Şayet ikram etmezlerse, o kimse, hak ettiği ikramın mislince onları cezalandırır.”

وَعن المقدام بن معدى كربَ رضِىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [ألاَ هلْ عَسَى رجلٌ يَبْلُغُهُ الحديثُ عنِّى وهُوَ متكى على أريكتِهِ فيقُولُ بيننَا وَبَيْنَكُمْ: كِتَابُ اللهِ تعالى فَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَلالاً استحْلَلْنَاهُ، وَما وَجَدْنَا فِيهِ حَرَاماً حرَّمْنَاهُ وَإنّ ما حرّمَ رسُولُ اللهِ ﷺ كَمَا حرّمَهُ اللهُ]. أخرجه أبو داود والترمذى.

وزاد أبو داود رحمه الله في أوّله [ألاَ إنِّى أوتيتُ الكِتَابَ وَمِثْلَهُ معهُ] وذكر معناه.

وزاد أيضاً [ألاَ لا َيَحلُّ لَكُمْ الحِمَارُ الأهْلِىُّ، ولاَ كلُّ ذى نابٍ مِنَ السبَاعِ، ولاَ لُقطةُ مُعَاهَدٍ إلاَ أن يستَغْنَى عَنْهَا صَاحِبُهَا، وَمَنْ نَزَلَ بِقَوْمٍ فَعَلَيْهِم أن يُقرُّوهُ، فان لم يقرُوهُ فَلَهُ أن يعقَبَهُمْ بِمثلِ قِراهُ].

«الأريكةُ» السريرُ في الحجلة، وقيل: هوَ كلُّ ما اتُّكئَ عليهِ «والقِرَى» الضيافةُ .

Ebu Dâvud, Sünne, 6, (4604); Tirmizî, İlm 60, (2666); İbnu Mace, Mukaddime 2, (12).

Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın da aynen Kur’ân-ı Kerîm gibi “haram” veya “helâl” hükmünü koyma yetkisi olduğunu beyan etmektedir. Mucizevî şekilde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), her devirde, bir kısım “müreffeh câhiller”in oturduğu yerden “Kur’an’dan başka şey tanımayız” diye ahkâm keseceklerini haber vermektedir. Sözünü evirip kıvırıp neticede bu mânayı ifade eden bedbahtlar günümüzde bile mevcuttur. Âlimler hadiste gelen erîke yani “koltuk” kelimesiyle, bu sözü söyleyecek kimselerin tasvir edilmek istendiğini, bunların iyi döşeli müzeyyen evlere kapanmış, ilim çilesi çekmemiş, rahatına düşkün câhil kimseler olacağına dikkat çekildiğini belirtirler
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine Kur’ân’dan başka, Kur’ân kadar açıklama, tamamlama yetkisinin tanındığını belirttikten sonra Kur’ân’da zikri geçmediği halde, şahsen beyan ettiği haramdan birkaçını zikreder.(47)
BULUNTU MAL (Lakit, cemi: Lukata) MESELESİ: Görüldüğü gibi buluntu mallar haram edilmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), muâhid’in yani kendisine tanınan belli bir müddet için İslâm memleketinde bulunan yabancının
[Dipnot]=47. Bu mevzuda geniş bilgiyi birinci ciltte sunduk.
yitirdiği malı zikrederek hükmü beyan ediyor. Yâni, şârihlerin belirttiği üzere, bir yabancının (seyyah, tüccar vs.) yitirdiği mal haram olursa, bir mü’minin yitirdiği mal evleviyetle haram olacaktır. Ancak sâhibi, müstağni olarak yani o mala ihtiyacı bulunmadığı için ihtiyacı olanlar alsın diye bırakmışsa o malı almak haram değildir. Malın yitik mi, metruk mu olduğu her halde anlaşılabilir. Sokakta bulunan bir cüzdan her halde metruk değildir, ama irice bir eşya metruk olabilir. Örfe göre ayrım zor olmaz.
Hadiste yer verilen üçüncü bir mesele, misâfir ağırlamakla ilgili. Hadiste geçen ikram’dan murat, ağırlanması, misafirin ihtiyaçlarının görülmesidir.
Hadis’in mâneası, zahirde, misafire ikram etmeyi vâcib bir vazife göstermekte, ikram edilmediği takdirde, misâfirin, ihtiyaç miktarınca almasını helâl kılmaktadır. Ancak, ulema burada ihtilaf etmiştir.
1- Bazıları 16 ve 17 numarada kaydettiğimiz bedevî ile ilgili hadise dayanarak, orada zikri geçen İslâm’ın şartları dışında vecibe olmadığnı söyleyerek misafire ikram dini bir vecibe değildir demiştir.
2- Ahmed İbnu Hanbel’e göre, hadis vücub ifade eden bir üslubla vârid olmuştur. Ancak mendub olduğunu söyleyen ekseriyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın: “Müslüman’ın malı gönül hoşluğuyla olmadıkça helâl olmaz…” hadisine ve “Mallarınızı aranızda bâtıl yolda yemeyin…” (Bakara, 118) mealindeki âyete dayanarak bu hadisin muzdar olanlarla ilgili olduğunu söylemişlerdir. Çünkü muzdarın ağırlanması icma ile sâbit bir vecibedir.
3- Bazı âlimler: “Bu, İslâm’ın başlangıcıyla ilgili bir emirdir, çünkü, gazveye çıkan askeri birlikleri, uğradıkları yerlerin ağırlaması, ihtiyaçlarını görmeleri, onlara vecîbe kılınmıştı. Ancak sonradan İslâm güçlenip, halka karşı da şefkat ve merhamet galebe çalınca vücub neshedildi, cevaz bâki kaldı” demişlerdir.
Ancak bazı âlimler, devlet reisi, zımmîlerin yaşadığı bir bölgeye ve bilhassa kır bölgesine giden vazifelilerin orada ağırlanmasına  hükmetti ise ora halkının onları ağırlaması gerektiği, ağırlamadıkları takdirde ihtiyaç miktarınca -ama fazla değil-, zorla veya gizlice alabileceklerini ifâde etmişlerdir. Yine bu da normal şartlarda değil, anormal şartlarda, mecburî durumlarda olduğu belirtilir. Mirkat’ta Aliyyu’l-Karî, başka teferruat da zikreder.


(57)- Hadis

Ebu Mûsa Abdullah İbnu Kays el-Eş’arî (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidâyetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. (Bilindiği üzere), bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenab-ı Hakk insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar ne ot bitirir.

Bu temsilin biri Allah’ın dininde ilim sâhibi kılınana delalet eder, böylesini Allah benimle göndermiş olduğu hidâyetten yararlandırır; yani hem öğrenir, hem öğretir. Temsilden biri de, buna iltifat etmeyen Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti hiç kabul etmeyen kimseye delalet eder”

وعن أبى موسى عبدالله بن قيس الأشعرى رضِىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [إنّ مثلَ مابعثنى اللهُ بهِ منَ الهُدَى والعلمِ كَمثل غيثٍ أصاب أرضاً فكانتْ منهَا طائفةٌ طيّبَةٌ قَبِلتِ المَاءَ فأنْبَتَتِ الكَلأَ والعُشْبَ الكَثِيرَ، وَكَانَ مِنْهَا أجادبُ أمسكتِ المَاءَ فنفعَ اللهُ تعالَى بِهَا النّاسَ فَشَرِبُوا مِنْهَا وَسَقَوْا وزَرعُوا، وَأصَابَ طَائفةً مَنْهَا أخرى إنّمَا هىَ قِيعَانٌ لا تمْسكُ ماءً وَلا تنبتُ كلأً، فَذَلكَ مثلُ منْ فَقُهَ فى دينِ اللهِ تعالى، ونفعهُ ما بعثنِى اللهُ تعالى بهِ فعلمَ وعلّمَ، ومثلُ مَنْ يَرْفَعْ بذلكَ رأساً ولمْ يَقبلْ هُدَى اللهِ الَّذِى أُرْسِلْتُ بِهِ

Buhârî, İlm 20; Müslim, Fedail 15 (2282).

Kurtubî başta olmak üzere bir kısım ulema şu açıklamayı sunarlar: Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), getirdiği dini, insanlara ihtiyaçları anında gelen yağmura benzetmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gelmezden öne, insanların hâli, susamış, suya muhtaç kimseler gibi idi. O (aleyhissalâtu vesselâm)’nun getirdiği nura şiddetle muhtaç idiler. Yağmur indiği, ölü araziyi hayata kavuşturduğu gibi, din ilimleri de ölmüş kalpleri diriltir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Kur’ân’ın muhataplarını da yağmurun düştüğü çeşitli evsaftaki topraklara benzetmiştir. Bir kısmı bilir, amel eder ve öğretir de. Bunları suyu emen münbit toprağa benzetmiştir: Hem kendisi istifade eder, hem de bitirdiği bitkilerle başkalarının da istifadesini sağlar. Bir kısım muhataplar vardır, devrinin ilmini câmidir, ancak bildikleriyle amel etmez, veya öğrendiği ilimleri kendisi idrak etmeksizin başkasına öğretir. Bu kimse, tuttuğu su ile halkın faydalanmasını sağlayan toprak gibidir. Buna Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu hadisleriyle işaret buyurmuşlardır: “Allah, sözlerimi işitip de işittiği şekilde edâ eden (öğreten) kimsenin yüzünü (kıyamet günü) taze kılsın…”
Bazı muhataplar ne ilim dinler, ne onunla amel eder, ne de başkasına nakleder. Bunlar suyu tutmayan veya başkasına zararlı kılan kaygan toprağa benzer.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) verdiği misâlde ilk iki övülen grubu, faydalı olmada müştereklik arzettikleri için birleştirmiştir. Üçüncü mezmum grubu ise, hiçbir fayda sağlamadığı için öbürlerinden ayrı mütâlaa etmiştir.”


(58)- Hadis

Yine aynı sahâbe (Ebu Musa) (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Benim misalimle Cenab-ı Hakk’ın benimle göndermiş bulunduğu şeyin misâli şu adamın misali gibidir: “Bir adam kendi kavmine gelip: “Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm, tehlikeyi haber veriyorum, tedbir alın!” der. Kavminden bir kısmı tavsiyesine uyup, geceleyin, telaşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrılmaz. Ancak sabahleyin ordu onları yakalar ve imha eder. İşte bu temsil bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Cenab-ı Hakk’tan getirdiklerimi tekzip edip yalanlayanları göstermektedir”

وَعنهُ رضِىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [إنّ مثلِى ومِثَلَ مَا بَعَثَنِى اللهُ بِهِ كَمثلِ رجلٍ أتَى قومَهُ فقالَ: إنِّى رأيتُ الجيشَ بعينىَّ، وأنَا النذيرُ العُريانُ فالنجاءَ: فأطاعهُ طائفةٌ من قومِهِ فأدْلَجُوا وانطلقوا على مَهلهمْ فنجوْا، وكذَّبتْ طائفةٌ منهم فأصبحُوا مكانهم فصبحهمُ الْجَيشُ فأهلكهم واجتاحهمْ، فذلكَ مثلَ من أطاعَنِى واتبعَ ما جِئتُ بهِ، ومثلُ مَنْ عَصَانِى وكذّبَ بِمَا جِئْتُ بِهِ مِنَ الحقِّ]. أخرجهما الشيخان .

Buhârî, Rikak 26; Müslim, Fezâil 15, (2283).

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(59)- Hadis

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Benim misâlimle sizin misâliniz, şu temsile benzer: Bir adam var ateş yakmış. Ateş etrafı aydınlatınca, pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onları kurtarmaya (mâni olmaya) çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmememiz için belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz”

وعن أبى هريرة رضِىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [إنِّمَا مثلِى ومثلُكُمْ كمثلِ رجلٍ استَوْقَدَ ناراً فَلمّا أضاءتْ ما حَوْلَهُ جعلَ الفَراشُ وهذِهِ الدوابُّ التى تقعُ في النَّارِ تقعُ فِيهَا فجعلَ ينزعُهنّ ويغْلِبْنَهُ فيقتحمنَ فبهَا فأنا آخذُ بحُجزِكمْ عنِ النارِ، وأنتمْ تقْتَحِمُونَ فِيهَا]. أخرجه الشيخان والترمذى، واللفظ للبخارى .

Buhârî, Rikâk 26, Enbiya 40; Müslim, Fezâil 17, (2284); Tirmizî, Emsâl 7, (2877).

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(60)- Hadis

İbnu Mes’ud (radıyallahu anh)’un şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Muhakkak ki, en güzel söz Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)’in yoludur. İşlerin en kötüsü de dine aykırı olarak sonradan çıkarılanıdır. Size vâdedilen mutlaka yerine gelecektir. Siz Allah’ı aciz bırakamazsınız”

وعن ابنِ مسعودٍ رضِىَ اللهُ عنهُ قال: [إنّ أحسنَ الحديث كابُ اللهِ، وَأحسنَ الهَدْىِ هَدْىُ محمّدٍ ﷺ، وشرَّ الأمُورِ محدَثاتُها، وإنّ ماتُوعدُونَ لآتٍ وَمَا أنْتُمْ بِمِعْجِزِينَ]. أخرجه البخارى .

Buhârî, İ’tisam 2, Edeb 70.

Bu hadis, zâhirde İbnu Mes’ud (radıyallahu anh)’un sözü gibi görünmekte yâni mevkuf hadis olduğunu hükmetmeye sevkedecek bir üslubta ise de İbnu Hacer’in belirttiği  üzere hadis merfudur. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şemâiline giren bir vasfını bildirmektedir.
Hadiste medarı bahsedilen bid’a ile ilgili açıklamayı daha önce yaptığımız için (Bak. 35. hadis) burada tekrar etmeyeceğiz.


(61)- Hadis

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) validemiz anlatıyor:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Kim şu dine uymayan bir şey uyduracak olursa, bu, merduddur kabul edilemez”

Bir rivayette de şöyle denmektedir: “Bizim sünnetimize uymayan bir amel işleyenin yaptığı amel de merduddur.”

وعن عائشة رضِىَ اللهُ عنها قالت: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [مَنْ أحدثَ في أمْرِنَا هذَا مَا لَيْسَ مِنْهُ فَهُوَ رَدٌّ]. أخرجه الشيخان وأبو داود.

وفي رواية [مَنْ عَمِلَ عَملاً لَيسَ عَلَيْهِ أمْرُنَا فَهُوَ ردٌّ] .

Buhârî, İ’tisam 5, Büyü 60, Sulh 5; Müslim, Akdiye 18 (1718); Ebu Dâvud, Sünnet 6, (4606).

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(62)- Hadis

Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Kim cemaat’(imiz)den bir karış uzaklaşırsa (kendini dine bağlayan) İslâm bağını boynundan çıkarıp atmış olur”

وعن أبى ذرٍّ رضِىَ اللهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللهِ ﷺ: [مَنْ فَارقَ الجَمَاعةَ شِبْراً فقدْ خَلَعَ رِبْقَةَ الإسْلامِ من عُنقِِهِ]. أخرجه أبو داود .

Ebu Dâvud, Sünne 30, (4758); Tirmizî, Emsâl 3, (2867).

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(63)- Hadis

Hz. Ali (radıyallahu anh) şöyle demiştir:

“Daha önce hükmettiğiniz şekilde hükmedin. Zira ben (kargaşaya, nizâya götürecek) muhalefeti sevmem, tâ ki halk tek bir cemaat teşkil etsinler veya arkadaşlarımın öldüğü gibi ben de öleyim.” İbnu Sîrîn merhum, Hz. Ali (radıyallahu anh)’den yapılan rivayetlerin çoğunun uydurma ve yalan olduğu görüşünde idi.”

وعن علي رضِىَ اللهُ عنهُ قال: [اِقْضُوا كَمَا كُنْتُمْ تَقْضُونَ فإنِّى أكرهُ الخِلافَ حتّى تَكُونَ النَّاسُ جَمَاعةً أو أموتَ كَمَا مَاتَ أصْحَابِى]. وَكَانَ ابنُ سيرينَ رحمهُ اللهُ تعالى يَرى عامةَ مايروونَ عن علي رضِىَ اللهُ عنهُ كذباً. أخرجه البخارى .

Buhârî, Fedâilu’l-Ashâb 9.

Hz. Ali bu sözü Irak ahalisine söylemiştir. Daha önce Hz. Ömer gibi ümmü’lveledin (efendisinden hamile kalıp çocuk doğuran köle kadın) satılamayacağı kanaatinde olan Hz. Ali (radıyallahu anh) Irak’a gelip, aksine kanaat izhar edince Ubeyde kendisine: “Sizin ve Hz. Ömer’in cemaate uyan (eski görüşünüz, bana, tefrikaya kaçan (bugünkü şahsî görüşünüzden daha hoştur” der. Bu itiraz üzerine Hz. Ali (radıyallahu anh) yukarıdaki sözünü söyler.
İbnu Sîrîn’le alakalı ithamın mahiyetine gelince: Hz. Ali’den Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e muhalefet ettiğine dair rivayetlerin Râfıza ve Şia’-dan kaynaklandığını söylemiştir. Ahkâma müteallik rivayetler bu sözün dışındadır, sîkalardan alınmıştır.


(64)- Hadis

Enes (radıyallahu anh) şöyle der:

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde mevcut olan şeylerden (kelime-i şehadet dışında) hiçbirini artık göremiyorum.” Kendisine “namazı da mı?” diye itiraz edilince: “Namaza da ne yaptığınızı bilmiyor musunuz, (öğleyi akşama yakın kılmadınız mı)?” cevabını verir.

وعن أنس رضِىَ اللهُ عنهُ قال: [مَا أعرفُ شيئاً ممّا كَانَ على عهدِ رسُولِ اللهِ ﷺ، قيلَ الصلاةُ؟ قال أليْسَ صَنَعْتُمْ مَا صَنَعْتُمْ فِيهَا] أخرجه البخارى والترمذى .

Buhârî, Mevâkît 7; Tirmizî, Kıyâmet 17, (2449).

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinin özlem ve hasretiyle yanan Hz. Enes (radıyallahu anh) Emevî idarecilerinin nâhoş tutumlarının da te’siriyle karamsar bir havaya düşerek, o mahz-ı nur devrine nazaran pekçok şeyin değişikliğe uğradığını yukarıdaki sözleriyle ağlayarak dile getirir. Fazla mübâlağa ettiğini göstermek maksadıyla “Nasıl olur, işte namaz, olduğu gibi duruyor” derler. O, Haccâc’ın namaz vakitlerinde yaptığı değişikliği îma ederek “Onda neler yaptığınızı bilmiyor musunuz, öğleyi akşama yakın kılmıyor musunuz, bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında böyle mi idi?” cevabını verir.


(65)- Hadis

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)’den rivâyet edildiğine göre bir gün kendisi çarşıya uğrar ve:

“Mescidde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın mirası taksim edilirken ben sizleri burada görüyorum (Bu ne biçim iş, siz de koşun) buyurur. Herkes mescide koşuşur, bir şey göremeyince: “Taksim edilen bir şey göremedik, sâdece bazıları Kur’ân okuyordu” derler. O cevabı yapıştırır. “İyi ya, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın mirası zaten bu değil mi?”

وعن أبى هريرة رضِىَ اللهُ عنهُ قال: [أنه دخلَ السوقَ فقالَ: أراكُمْ ههنَا وَمِيراثُ محمدٍ ﷺ يُقسَمُ في المسجدِ، فذَهَبُوا وقالوا: مَا رأينَا شيئاً يُقسَمُ؟ رأيْنَا قوماً يقرؤنَ القرآنَ. قالَ: فذلكمْ ميراثُ نبيكمْ ﷺ].

Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid’de, Taberânî’nin el-Mu’ce’mu’l-Evsat’ından nakleder (1, 123, 124).

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) mîzaç itibariyle, şakacı, nüktedan bir zattır. Yukarıda görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in ehemmiyetine bir kısım kimselerin dikkatini çekmek maksadıyla yarı şakayarı ciddi bir davranışta, bir nüktede bulunmuştur. Bu çeşit davranmaların yalan sayılmayacağı, câiz olacağı hükmü çıkarılır.


(66)- Hadis

İbnu Mes’ûd (radıyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre, şöyle buyurmuştur:

“Bir yol takip etmek isteyen, bu yolu, ölmüş olanların yolundan seçsin. Zira hayatta onların fitnesinden emin olunamaz. Ölmüş olanlar ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Ashâbıdırlar. Onlar bu ümmetin en efdalidir. Kalpçe en temizleri, ilimce en derînleri, amelce en ihlaslıları yine onlardır. Allah, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in sohbeti ve dininin yerleşmesi için onları seçmiştir. Öyleyse sizler onların üstünlüğünü idrak edin, onların yolundan gidin, elinizden geldikçe onların ahlâkını ve yaşayış tarzlarını kendinize örnek kılın. Zira onlar en doğru yolda idiler.”

وعن ابن مسعود رضِىَ اللهُ عنهُ أنه قال: مَنْ كَانَ مُسْتنّا فليستنّ بمن قَدْ مَاتَ فإنّ الْحَيَّ لا يؤمَنُ عليْهِ الفتنةُ، أولئكَ أصحابُ محمدٍ ﷺ كَانُوا افضَلَ هذهِ الأمةِ أبرّها قلُوباً، وأعمقها علماً، وأقلّها تكلفاً، اخْتارَهُمْ اللهُ تعالى لصحبة نبيهِ ﷺ ولإقامةِ دينهِ، فاعرِفُوا لَهُمْ فَضْلَهُمْ واتّبِعُوهُمْ عَلَى أثَرِهِمْ وَتَمَسّكُوا بِمَا اسْتطَعْتُمْ مِنْ أخْلاقِهِمْ وَسِيَرِهِمْ فإنهُمْ كَانُوا عَلَى الهدَى المسْتقِيمِ .

İbnu Abdilberr, Câmi’ul-Beyâni’l-İlm ve Fadlihi’de kaydetmiştir 2, 9.

Hadis açıklamasını bulunmamaktır


(67)- Hadis

İbnu Abbâs (radıyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:

“Kim Allah’ın Kitabını öğrenir ve sonra da onda bulunanlara uyarsa, Allah onu, dünyada dalâletten çıkarıp doğru yola sevkeder, âhirette de kötü hesabtan korur.”

وعن ابن عباس رضِىَ اللهُ عنهُما قال: [مَنْ تَعلّمَ كِتَابَ اللهِ تعَالى ثمّ اتبَعَ مَا فيهِ هَدَاهُ اللهُ تَعالَى مِنَ الضّلالَةِ في الدّنيَا ووقاهُ سوءَ الحِسَابِ في الآخِرَةِ] .

İbnu Abbâs (radıyallahu anh)’ın “Allah’ın Kitabı’na uyan dünyada sapıtmadığ gibi âhirette de kurtuluşa erer” deyip sözüne delil olarak şu âyeti okuduğu da rivayet edilmiştir.  فمن اتبع هدىٰ فلايضل ولايشقى   “Kim hidâyetime uyarsa ne sapıtır ne de hüsrâna uğrar” (Tahâ, 123).


(68)- Hadis

Ömer İbnu’l-Hattâb (radıyallahu anh)’dan rivayet edilir ki, şöyle buyurmuştur:

“Gecesi gündüz gibi olan çok aydınlık bir şeriat üzere terkedildiniz. Çöldeki bedevîlerin ve mahalle mekteplerindeki çocukların dini üzere olun. (Âyet ve hadisten öğretilenleri olduğu gibi takib edin, kendinizden katıp karıştırmadan taklid edin.)

وعن عمرَ بن الخطاب رضِىَ اللهُ عنهُ قال: [تُرِكتُمْ علَى الواضِحةِ، ليلُهَا كَنَهارِهَا. كُونُوا عَلى دين الأعرابِ والغلمانِ في الكُتَّابِ.]

Bunun benzerini merfu olarak Ahmed İbnu Hanbel (Müsned 4, 126) ve İbnu Mace [Sünen, Mukaddime 6, (43)] rivayet etmişlerdir.

Burada dinî tatbikatta, çöl bedevîsi ve çocuklar gibi olmaktan maksad dinin zahiriyle amel etmektir. Bedevî ve çocuğun ruhî yapılarında saflık esastır. Kendilerine verileni alırlar. Şu halde dinî mevzularda selef-i sâlihin’den intikal eden farzlar, haramlar, sünnetler ne ise onlarla iktifa etmek tavsiye edilmektedir. Müteşabihleri, sapıkların sözlerini araştırmaya kalkmak kişiyi çıkmaza sokar. Nitekim merfu rivayetlerde de buna benzer olarak    عليكم بدين العجائز   “Size koca karıların dindarlığını tavsiye ederim” hadisi rivayet edilmiştir.


(69)- Hadis

Hz. Ali (radıyallahu anh) şöyle buyurmuştur:

“Sizler geniş bir caddeye bırakıldınız. Bu, üzerinde Ümmü’l-Kitap olan (yâni Allah’ın kesin hükümlü âyetleriyle istikameti tesbit edilmiş) bir yoldur.”

وعن عَليٍّ رَضِىَ اللهُ عنهُ قال: [تُرِكْتُمْ على الجادّةِ، منهجٌ علَيْهِ أُمُّ الكِتَابِ] أخرجَ هذه الآثارَ الخمسةَ رزين رحمه الله تعالى .

[Ashâb’ın büyüklerine ait son beş rivayeti Rezîn merhum tahric etmiştir].

Hadis açıklamasını bulunmamaktır