(27)- Hadis
Ebu Hüreyre anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
“İman, yetmiş küsur -bir rivayette de altmış küsur- şubedir. Haya imandan bir şubedir.”
عَنْ أبى هريرة رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قَال: قالَ رَسُولُ اللهِ : الإيمانُ بِضعٌ وَسَبْعُونَ «وَفي رِواية: بضعٌ وستّون» شُعْبةً، وَالحياءُ شُعْبَةٌ مِنَ الإيمانِ. أخرجه الخمسة زاد في رواية: فأفضلُها قولُ لا إله إلاّ اللهُ، وأدناها إماطةُ الأذى¹ عن الطريقِ
Buhârî, İman 3; Müslim, İman 57-38, (35-36); Ebu Dâvud, Sünnet 15, (4676); Tirmizî, İman 6, (2617); Nesâî, İman 16, (8, 110); İbnu Mâce, Mukaddime 9, (57).
1- Rivayet, pekçok vecihten rivayet edilen hadislerden biridir. Buhârî ve Müslim’in ittifak ettiği hadisler arasında yer alması da hadisin kıymetini artırmıştır. Kısmen belirtileceği üzere, İslâm uleması bu hadisin üzerinde ziyadesiyle durmuş, hadiste ifade edilen iman şubelerini Kur’ân ve hadise dayanarak, birer birer göstermeye çalışmıştır. İmam Beyhakî’nin henüz basıldığını işitmediğimiz muazzam bir tel’lifi bu hadîsten mülhemdir. Şu’abu’l-İman. Beyhakî İmam Beyhakî (rahimehullah) hazretleri, bu muazzam eserini imanın şubesi adedince bölüme ayırır, her bölümde o şubeye giren rivayetleri cemeder. Keza, İbnu Hibban Vasfu’l-İmân ve Şu’abuh, Ebu Abdillah Hüseyn el-Halîmî Fevâidu’l-Minhâc, eş-Şeyh Abdü’l-Celîl Şu’abu’l-İman, İshak İbnu’l-Kurtubî Kitâbu’n-Nesâîh’i yazmıştır.
Aynî, bu kitaplardan hiçbirini imanın şubelerini tesbitte tatminkâr bulmadığını belirtir.
2- Hadisle ilgili açıklamaya rivayetler arasındaki ihtilafa parmak basarak başlamak istiyoruz: “Buhârî’nin hadisinde olduğu üzere bazı rivayetler imanın altmış küsur şube olduğunu beyan ederken, bâzıları yetmiş küsur olduğunu, diğer bazıları altmış dört, otuz üç, üçyüz dokuz, üçyüz onbeş olduğunu belirtmiştir.
3- Keza bazılarında “şube” denirken, bazılarında ona bedel “hisâl” (hasletler), “bâb”, “şerîat” (yol), “sehm” (pay) gibi yakın mânada başka kelimeler kullanılmıştır.
“….İmanın en üstün hasleti Lâilâhe illallah sözüdür.”
“İman yetmiş küsür babtır.”
“İslâm otuz üç şeriattır. Kim bunlardan birini Allah için yerine getirirse cennete girer.”
“Aziz ve Celîl olan Rahmân’ın önünde bir levha vardır. Üzerinde üç yüz on dokuz şeriat vardır. Cenâb-ı Hak: “Kullarımdan, bana ortak koşmayan her kim bunlardan bir tânesini yerine getirse mutlaka cennete koyarım” der”.
“İslâm seksen sehimdir.. namaz bir sehimdir, zekât bir sehimdir, Ramazan orucu bir sehimdir, hac bir sehimdir… Hiç sehmi olmayan zarar etmiştir.”
4- Hadiste, küsur diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı bid’un’dur. Bunun Arapça’da neye delalet ettiği ihtilaflıdır. Bazıları “3-10 arası bir miktara delalet eder” demiş ise de diğer bazıları “3-9 arası” bir miktar, “2-10 arası” “12-20 arası,” “3-7 arası”, “5-7 arası” gibi miktarlara delalet ettiğini söylemişlerdir. Ahmed İbnu Hanbel de “7’ye delalet eder” demiştir.
Aynî, en doğru görüşün bid’un kelimesinin 1-10 arası bir miktara delalet ettiğini söylemek olduğuna dikkat çeker.
5- Hadislerde gelen 60, 70 rakamları hususunda değişik yorumlar yapılmıştır. Umumiyetle bunlarla muayyen bir miktar değil, “çokluk” kastedildiği söylenmiştir. Bu rakamlara “küsur” kelimesinin ilâvesi “imanın şubeleri sınıra, sayıya gelmez, çoktur” mânasını taşır, zira tahdid kastedilseydi mübhem bırakılmazdı” denmiştir. Arapların 70 rakamını mübâlağa için kullandığı da söylenmiştir.
Ancak, bazıları da: “Zikredilen bu miktar imanın şûbeleridir, bundan murad bu şubeleri saymaktır” şeklinde iddiada bulunmuştur.
6- İbnu Hibban, mezkur şubeleri sayma hususunda Vasfu’l-İman ve Şu’abuhu adlı eserinde şunları söyler:
“Bu hadisin mânasını bir müddet araştırdım. Bu maksadla ibâdetleri saydım. Bunlar hadiste gelen miktarı çok aşıyordu. Sonra Sünen’lere yöneldim, onlarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın imandan addettiği ibâdetleri saydım, bunlar da yetmiş küsurdan eksik çıktı. Bu sefer Kitabullah’a yöneldim. Orada, Cenâb-ı Hakk’ın imandan addettiği herbir ibadeti saydım. Bu da yetmiş küsura ulaşıyordu. Kitap ve sünnete gelenleri birbirine ilâve ettim, tekrarları saydım. Gördüm ki, Allah ve Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)’nün imandan saydıkları şeylerin toplamı yetmiş küsura ulaşıyordu, ne fazla ne de eksik. O zaman anladım ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın kasdı, Kitap ve sünnette gelmiş olanların miktarıydı.”
Bu miktarı içtihad yoluyla tesbite birçokları gayret sarfetmiştir ama tatminkar neticeye ulaşamamışlardır.
Kadı İyaz şöyle der: “Bu hususun tafsilatlı olarak bilinmemesi imana bir eksiklik getirmez. Çünkü imanın usul ve fürû’u malûm ve muhakkaktır. İmanın bu kadar şubesi olduğuna kabaca inanmak, vâcibtir. İman esaslarını ve mezkûr şûbeleri tâyin ve tafsil mevzu üzerine tesbit edilecek hususa bağlıdır…”
Kadı İyaz devamla derki: “Bu, ilm-i İlahîde ve ilm-i Nebevîdedir, başkası bilemez. Şeriat bunların hepsini ihtiva eder. Ancak şeriat bunu bize bildirmemiştir. Bundaki cehaletimizden dolayı bir zarar görecek değiliz. Mükellef olduğumuz şeyleri teferruatıyla bilmekteyiz. Bilmekle emrolunduğumuz şeyi biliyor, yasaklandığımız şeyden de kaçınıyoruz.”
Aynî, bu çeşit iktibaslardan sonra imanın en yüksek şubesi ile en aşağı şubesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şu hadiste belirttiğini kaydeder:
“…İmanın en âlâ şubesi lâilâhe illallah demektir, en aşağısı da yoldan rahatsız edici bir şeyi uzaklaştırmaktır.” …. Gerisi bu ikisi arasında yer alır. Biz bunları teker teker bilmesek de toptan inanırız. Nitekim meleklerden pek azını ismen bildiğimiz halde hepsine inanıyoruz ve bu bizim melek inancımıza bir noksanlık getirmez. Öyle de imanın şubelerine toptan inanmamız inancımıza bir nâkise getirmez…
7- İMANIN ŞUBELERİ: Aynî bu açıklamalardan sonra, mezkur şubeleri teker teker sayma denemesi yapar. İlgi çekici bulduğumuz için kaydedeceğiz. Der ki:
“Allah’ın avn ve yardımıyla diyoruz ki imanın aslı kalb ile tasdik, dil ile ikrar’dır. Fakat, kâmil ve tam bir iman tasdik-ikrâr ve amel’dir. Yani üç kısımdır.
BİRİNCİ KISIM:
TASDİKLE İLGİLİ İTİKADİYAT’TIR
30 Şubedir.
1- Allah’a iman, Allah’ın zatına, sıfatlarına, birliğine ve benzeri olmadığına inanmak da buraya girer.
2- Allah’dan başka herşeyin hudûsuna (sonradan yaratıldığına) inanmak.
3- Meleklere inanmak.
4- Kitaplara inanmak.
5- Peygamberlere inanmak.
6- Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak.
7- Ahirete inanmak, kabir sualine, kabir azabına, tekrar dirilmeye, mahşerde toplanmaya, hesaba, mîzana, sırat köprüsüne… inanmak da buna dahildir.
8- Cennete ve oradaki ebedî hayata inanmak.
9- Cehenneme, cehennem azabına, kâfirlerin ebediyyen orada kalacağına inanmak.
10- Allah’ı sevmek.
11- Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Muhacir ve Ensar sahâbeyi, Âl-i Resûl (aleyhissalâtu vesselâm)’ü sevmek de buraya dâhildir.
12- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’i sevmek. Buna Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e salat ve selam okumak, sünnetine uymak da girer.
13- İhlaslı olmak ve riya ve nifakı terketmek de buraya girer.
14- Tevbe ve nedâmet etmek.
15- Allah’tan korkmak.
16- Allah’ın rahmetinden ümid etmek.
17- Ümidsizlik ve ye’si terketmek.
18- Şükretmek.
19- Ahde vefa göstermek.
20- Sabırlı olmak.
21- Tevâzu, büyüklere saygı da buraya girer.
22- Şefkatli ve merhametli olmak, küçüklere şefkat de buraya girer.
23- Allah’ın kazasına râzı olmak.
24- Allah’a tevekkül etmek.
25- Amele güvenmemek, kendini övmeyi ve kusursuz görmeyi terketmek de buraya girer.
26- Hasedi, çekememezliği terketmek.
27- Kin ve intikâmı terketmek.
28- Gadabı terketmek.
29- Aldatmamak, su-i zan sâhibi olmamak, hilekâr olmamak da buraya dahildir.
30- Dünya sevgisini terketmek. Mal ve makam sevgisini terk de buraya girer.
Kalbe müteallik güzel veya kötü amellerden herhangi biri aklına gelir de burada zikredilmemiş bulursan, o esas itibariyle bu saydıklarımızın dışında kalmaz, bunlardan birine dahil olduğunu azıcık bir tefekkürle görürsün
İKİNCİ KISIM:
DİLLE ALAKALI AMELLER
Bunlar da yedi şubeye ayrılır:
1- Kelime-i tevhidi diliyle söylemek,
2- Kur’an’ı tilâvet etmek,
3- İlim öğrenmek,
4- İlim öğretmek,
5- Allah’a dua etmek,
6- Allah’ı zikretmek, istiğfar da buraya dâhildir,
7- Boş laflardan kaçınmak.
ÜÇÜNCÜ KISIM:
BEDENÎ AMELLER
Bu da kırk şubeye ayrılır. Bunlar da kendi aralarında üç çeşittir:
1. ÇEŞİT: MUAYYEN ŞEYLERE AİT OLANLAR
Bunlar on altı şubeye ayrılırlar:
1) Temizlik. Buna beden, elbise ve mekân temizlikleri de girer. Bedeni hadesten temizlemek için abdest almak, cenabetten, hayızdan, nifastan temizlemek için yıkanmak da girer.
2) Namaz kılmak; buna farz, nâfile ve kaza namazları da girer.
3) Zekat vermek; buna sadaka vermek, sadaka-ı fıtr ödemek, cömertlik, fukara ve misafirlere yedirip ikram etmek de girer.
4- Farz ve nâfile oruçlar.
5- Haccetmek, umre de buraya girer.
6- İ’tikafa girmek. Kadir gecesini aramak da buna dahildir.
7- Dînin yaşanabileceği yere gitmek, şirk diyarından hicret de buna girer.
8- Nezirlerini ödemek.
9- Yeminleri yerine getirmek.
10- Keffaretlerini ödemek.
11- Namaz içinde ve dışında setrü’l-avret (ayıp yerlerini örtmek, tesettüre riayet etmek).
12- Kurbanları kesmek, nezir kurbanı varsa onu da kesmek.
13- Cenâze işlerine bakmak.
14- Borcu ödemek.
15- Muâmelelerde doğru olmak, ribadan kaçınmak.
16- Doğrulukla şâhidlik etmek, hakkı gizlememek.
2. ÇEŞİT: KENDİSİNE TABİ OLANLARLA İLGİLİ ŞEYLER
Bunlar altı şubedir:
1) Meşru nikahla evlenip iffeti korumak.
2) Aileye karşı vazifelerini yerine getirmek. Hizmetçilere iyi muâmele de buraya girer.
3) Annebabaya iyi muâmele etmek. Onlara karşı ukuk (haksızlık)tan kaçınmak da buraya girer.
4) Çocukların terbiyesi.
5) Sıla-i rahm.
6) Büyüklere itaat.
3. ÇEŞİT: ÂMMEYE MÜTEALLİK ŞEYLER
Bunlar da onsekiz şubedir:
1) İdâreciliği adaletle yürütmek,
2) Cemaate uymak,
3) Ulu’l-emre itaat etmek,
4) İnsanları barıştırmak. Hâricilere ve âsilere karşı mücadele de buraya girer.
5) İyilikte yardımlaşma.
6) Emr-i bi’lma’ruf nehy-i ani’lmünkerde bulunmak (yani insanlara iyiliği emretmek, kötülükten menetmek).
7) Hududu (ağır cezaları) tatbik etmek.
8) Cihad etmek. Kışlalarda asker bulundurmak buna dâhildir.
9) Emaneti edâ etmek. Ganimetten beşte biri (hums) ödemek de buraya dâhildir.
10) Ödemek şartıyla borç vermek.
11) Komşuya iyi muâmele etmek.
12) Geçimli olmak. Helâlinden mal toplamak da buraya dahildir.
13) Malı yerinde harcamak. İsrâftan kaçınmak da buraya girer.
14) Selam’ı almak.
15) Hapşırana “yerhamukâllah” demek.
16) İnsanlara zarar vermekten kaçınma.
17) Eğlenceden kaçınmak.
18) Yoldan rahatsızlık veren bir cismi kaldırmak.
Bütün bunlar, toplam 77 şube yapar.
DİKKAT: Bu hadis, yoldan rahatsızlık veren birşeyi (ezâ) kaldırmayı imanın bir şubesi saymakla imar hizmetlerinin ehemmiyetine dikkat çekmiş, hayır sahiplerinin yol hizmetlerine eğilmelerine sebep olmuştur. İnsanların gelip geçtiği yerlerden çalı, çırpı, diken, taş, pislik gibi rahatsızlık veren birşeyi temizlemek imanın bir şubesi olursa yol inşa etmek, yol emniyetini sağlamak, yolcuların konaklayacağı yerler, köprüler yapmak ne kadar büyük ehemmiyet taşır. Allah nazarında makbul bir amel olur! Bu yüzdendir ki, İslâm âleminde daha ilk asırlardan itibaren yol ve posta hizmetleri gelişmiştir. Öyle ki, Emevîler devrinde ana yollara bugünkü gibi kilometre taşları dikerek merkeze olan uzaklık mil cinsinden sıkca gösterilmiştir. Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızda geniş malumat vardır s. 466-468.
(28)- Hadis
Hz. Enes, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
“Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar: Allah ve Resûlünü bu ikisi dışında kalan herşeyden ve herkesten daha çok sevmek,bir kulu sırf Allah rızası için sevmek, Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.”
وَعَنْ أنسٍ رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قال: قال رسولُ اللهِ : [ثلاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهنَّ طَعْمَ الإيمانِ: منْ كَانَ اللهُ ورسولُه أحبَّ إليه مما سواهُما، وَمَنْ أحبَّ عبداً لا يحبُّهُ إلاّ للهِ، وََمَنْ يَكْرَهُ أن يُعودَ في الكفرِ بعدَ إذْ أنقَذََهُ اللهُ تَعالَى¹ منه كَمَا يكرَهُ أن يُلْقَى¹ في النار. أخرجه الخمسة إلاّ أبا داود. وفي أخرى للنسائى رحمه الله تعالى¹ بعدَ قولِه «مما سواهما» وأن يُحِبَّ في اللهِ وَيَبْغَضَ في اللهِ
Buhârî, İman 9, 14, İkrâh 1; Müslim, İman 67, (43); Tirmizî, İman 10, (2626); Nesâî, İman 3, (8, 96); İbnu Mâce, Fiten 23, (4033). Nesâî’nin kaydettiği bir diğer rivayette “bu ikisi dışında kalan” tabirinden sonra şu ziyâde vardır: “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek.”
Gerçek dindarlık Allah ve Resûlünü herşeyden çok sevmekten geçer. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Nitekim bir ayet de şöyle buyurarak mevzuun ehemmiyetini tesbit eder: “Ey Muhammed de ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticâret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez” (Tevbe, 24)
Burada emredilen Allah ve peygamber sevgisinin nasıl ortaya çıkacağı da bir başka ayette açıklanmıştır: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e uymak. “Ey Muhammed de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun, ta ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı mağfiret etsin” (Âl-i İmran 31).
Hadis’te, Allah ve Resûlü dışında kalan kimseleri sevmede de ölçü verilmekte Allah’ı memnun etmeyecek sevmelerden, buğzetmelerden kaçınmak emredilmektedir. Yani Allah’ın seveceği Hakk dostlarını sevmek, Allah’ın sevgisine lâyık olmayacağı belli olan sefih, hevaperest, din düşmanı kimseleri sevmemek. Allah rızası için olmayan sevmeler bizi dünyada onların yolunda gitmeye sevkedeceği gibi âhirette de zarara sebep olacaktır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “(Ahirette) kişi sevdiği ile berâber olacaktır” buyurmuştur.
“Din sevgi ve buğzdan başka bir şey değildir” hadisini de gözönüne alacak olursak, dinimiz açısından “sevmek ve buğzetmek” duygularımızı kullanmanın ne kadar ehemmiyetli, hayatî bir iş olduğu anlaşılır. Kendisini Müslüman bildiği halde sevgi âlemini sadece artistler, sporcular, romancılar vs. dolduran veya Müslüman büyüklerine, İslâmî değer ve mefâhirlere gerekli alâkayı göstermeyen, sevmeyen Müslümanlar bu ayet ve hadislerin ışığında kendilerini muhasebe ve murâkabe etmelidir. Bilmelidir ki, ömür sermâyesinden, bir an bile olsa, pay ayırdığı her şeyden hesap verecektir.
Şu müteâkip hadisler de “sevgi kuvvemizi” kullanmamızla ilgili teferruatı beyan edecektir
(29)- Hadis
Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) bildiriyor
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri, beni, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz”
وَعَنْهُ رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قال. سَمِعْتُ رَسُولَ اللهِ يَقُولُ: [لا يُؤمِنُ أحَدُكُمْ حتّى أكونَ أحبَّ إليهِ من والدِهِ وولدِِهِ والنّاسِ أجْمَعِين. أخرجه الشيخان والنسائى. وفي أخرى للنسائى رحمه الله تعالى: أحبَّ إليه من ماله وأهله
Buhârî, İman 8; Müslim, İman70, (44); Nesâî, iman 19, (8, 114, 115). Nesâî’nin bir rivayetinde”… malından ve ailesinden daha sevgili…” denmektedir.
(30)- Hadis
Yine Hz. Enes (radıyallahu anh)’in rivayetine göre
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez.”
وَعَنْهُ رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قال: قالَ رَسُولُ اللهِ : [لا يُؤْمِنُ اَحَدُكُمْ حتَّى يُحِبَّ لأخيهِ ما يُحِبَّ لِنَفْسِهِ. أخرجه الخمسة إلاّ أبا داود، وزاد النسائى في أخرى: منَ الخيْرِ
Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19, (3, 115); Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9, (66).
İbnu Hacer, “Bu hadiste imanın nefyi görülüyor ise de aslında imanın kendisi değil, kemali nefyedilmekte” der. Araplarda bir şeyi ismen nefyetmekten muradın, o şeyden kemali nefyetmek olduğunu, buna çok sıkca başvurulduğunu belirtir. Ve: “Falanca insan değildir” sözünü misal verir. Sadece bu vasfı bulundurup imanın geri kalan rükünlerini ihmal eden kimseye de kâmil denemiyeceğini ayrıca belirten İbnu Hacer, bu sıfatı taşımayan kimseye kâfir denemiyeceğini de bilhassa tebârüz ettirir. Hadisin bu tarz beyanı mübâlağa içindir.
(31)- Hadis
Ebu Ümâme (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Kim Allah için sever, Allah için buğzeder, Allah için verir, Allah için vermezse imanını kemâle erdirmiştir”
وَعَنْ أبى أمامة رَضِىَ اللهُ عَنْهُ أنّ رسُولَ اللهِ قال: [مَنْ أحبّ للهِ، وَأبْغَضَ للهِ، وَأعطى¹ للهِ، وَمَنعَ للهِ فقدِ اسْتَكْمَلَ الإيمانَ. أخرجه أبو داود
Ebu Davud, Sünnet 16, (4681).
(32)- Hadis
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü’min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.”
وَعَنْ أبى هريرة رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قال: قال رسُولُ اللهِ : المسلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ، وَالْمُؤمِنُ مَنْ أمِنهُ الناسُ على دمائهم وأمْوَالِهِمْ. أخرجه الترمذى والنسائى
Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8, 104, 105).
Burada da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kâmil mânada Müslümanı kastederek târif sunmaktadır. Değilse, eliyle diliyle başkasına zarar veren Müslüman kâfir olur mânasına gelmez. Ancak, başkasına zarar vermemek, emniyeti bozmamak gibi güzel vasıfların ehemmiyeti bu üslûbla daha açık ve daha müessir bir tarzda ifâde edilmiş olmaktadır. Zira, Resûl (aleyhissalâtu vesselâm)’ünden bu tehdîdi işiten mü’min, en kıymetli sermayesi olan iman ve İslâm’ını zedelenmekten, eksilmekten korumak için bu davranışlardan elinden geldiğince kaçacaktır.
(33)- Hadis
Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (radıyallahu anh) hazretleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmedikleri kimsedir. Muhâcir de Allah’ın yasakladığı şeyi terkedendir.”
وَعَنْ عبداللهِ بن عمرو بن العاصْ رَضِىَ اللهُ عَنْهُما قال: قال رسولُ اللهِ : المُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيدِهِ، وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَر مَانَهى¹ اللهُ عَنْهُ. أخرجه الخمسة إلاّ الترمذى، وهذا لفظ البخارى. وفي أخرى للشيخين والنسائى: أنّ رجلاً قال يا رسُولَ اللهِ. أىُّ الإسْلامِ خيْرٌ؟ قال: تُطعِمُ الطعامَ، وَتَقْرَأُ السّلامَ على منْ عرفْتَ وَمَنْ لم تعرِفْ
Buhârî, İman 4; Müslim, İman 64, (40); Ebu Dâvud, Cihâd 2, (2481); Nesâî, İman 9, (8, 105). (Metin Buhârî’ye aittir).
Önceki hadisin muhâcirle ilgili kısmının anlaşılmasında şu husus bilinmelidir: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’ın Medine’ye hicretinden Mekke’nin fethine kadar her tarafta Müslümanlar zayıf idi. İslâm’ı yaşamak mümkün değildi. Medîne’de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) siyasi güçten uzaktı, çünkü orada Müslümanlar sayıca azdı. Durum böyle olunca hem Medine’deki sayının artıp siyâsî ağırlık kazanılması, hem de taşrada müslüman olanların İslâm’ı yaşayabilmeleri, kaybolmamaları için Kur’ân ve hadisler Müslüman olanları ısrarla, tekrarla ve hatta şiddetli ifadelerle hicrete çağırıyorlardı. İman nedir? diye soranlara, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in “hicret etmektir” dediğine bile şahit olmaktayız.
Bu ısrarlar, teşvikler sonunda hicret etmek şartıyla biat etmek, sonra da ailesini, malını, mülkünü, kurulmuş hayat düzenini terkederek kuru canı ile Medîne’ye hicret etmek fevkalâde kıymetli bir amel olmuştu.
Mekke’nin Fethi’nden sonra vaziyet değiştiğinden Hz. Peygamer (aleyhissalâtu vesselâm) hicreti yasakladı. Hicret üzere biat edip, muhâcire vaadedilen mânevî ücretten nasibdar olmak isteyenler, bu maksadla ısrar edenler, talebi kabul edilmeyince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yanında hatırı yüce olanlardan şefaatciye başvuranlar bile çıkmıştır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Fetihten sonra hicret artık kalmadı” derken, hicret sevabını aynen kazandıracak, başka ameller göstermiştir:”.. Kötülüğü terketmendir”,”…Rabbinin hoşlanmadığı şeyleri terketmendir”, “Hakiki muhacir Allah’ın haram kıldığı şeyleri terk edendir” gibi. (Bu mevzuda etraflı bir tahlili, Teblîğ, Terbiye ve Siyasî Taktik Açılarından HİCRET adlı kitabta sunduk).
(34)- Hadis
Ebu Saîdi’l-Hudrî (radıyallahu anh) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şöyle dediğini rivayet etti:
“Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü’min olduğuna şehâdet edin, zira Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inananlar imar ederler”
وَعَنْ أبى سعيدٍ الخدرى رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قال: قال رسولُ اللهِ : إذا رأيتمُ الرجلَ يعتادُ المسجدَ فاشهدُوا لهُ بِالإيمَانِ، فإنّ اللهَ تعالى يقُولُ: إنما يَعْمُرُ مَساجِدَ اللهِ مَنْ آمَنَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ. الآية. أخرجه الترمذى
(Tevbe 18), Tirmizî, Tefsir, Sûre 2, (3092).
Âlimler hadisten, kişinin mescide karşı göstereceği her çeşit alâkayı anlarlar: Cemaate devam etmek, zikir ve ilim halkalarına devam etmek, itifaka çekilme, mescidin inşası, imarı, tamiri, herhangi bir eksiğinin tamamlanması gibi maddî hizmetlerde bulunmak vs.
Şu halde bütün bu durumlar kişideki imanın tezâhürleridir. İnanmayanlar, İslâm’a karşı olanlar, mescidlerin imarına değil, tahribine koşacaklardır. Nitekim İslâm beldelerini küffar işgal ettikleri zaman ilk iş mescidleri kapatmaktadırlar. Her yerde ve her zaman mescidlerden rahatsız olanlar küffâr olagelmiştir. Bu husus ayetlerle de te’yîd edilmiştir. Saîd İbnu Müseyyeb der ki: “Kim mescidde oturursa, Rabbi ile oturmuş olur, öyle ise hayırla yad edilmek onun hakkıdır.”
(35)- Hadis
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dedi ki: “Üç şey vardır ki imanın aslındandır:
1- Lailahe illallah diyene saldırmamak: İşlediği herhangi bir günahı sebebiyle bu kimseyi tekfir etme, herhangi bir ameli sebebiyle de İslâm’dan dışarı atma.
وَعَنْ أنس رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قال: قالَ رسولُ اللهِ : ثلاثةٌ مِنْ أصلِ الإيمانِ: الكَفُّ عمَّنْ قالَ لا َ إلَهَ إلاّ اللهُ، وَلاَ تُكَفِّرْهُ بِذَنْبٍ، وَلاَ تُخْرِجْه عنِ الاسلامِ بَعَمَلِ، والجهادُ ماضٍ منذُ بعثَنِى اللهُ تعالى إلى أن يُقاتِلَ آخرُ هذهِ الأمةِ الدجالَ، لا يُبطِلُهُ جَوْرُُ جائِرٍ وَلاَ عَدلُ عادلِ، وَالايمانُ بالأقدارِ. أخرجه أبو داود
Ebu Dâvud, Cihad 35, (2532).
Bu hadiste, öncelikle kelime-i şehâdet getirmek suretiyle İslâm dairesine giren bir kimsenin hürmetine riayetin ehemmiyeti dile getiriliyor. Mü’minin işlediği günah ne kadar büyük olursa olsun tekfir edilemez. Bir mü’mine en büyük hakaret ona “sen kâfir oldun” demektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pekçok hadislerinde bunu yasaklar. Sahiheyn’de gelen tekfîrle ilgili bir tehdîd şöyle: “Kim kardeşine “ey kâfir!” derse, bu söz ikisinden biriyle döner.” Yani, kardeşi kâfir değilse, kendisi kâfir olur. Bu tehdid-i nebevînin şiddeti karşısında imanının kıymetini bilen bir mü’minin hiçbir kardeşini tekfir etmemesi gerekir. Maalesef bazı durumlarda, Müslümanlar, aralarına giren basit meselelerden, farklılıklardan dolayı hemen tekfir etmeyi bir vazife bilmişlerdir.
İkinci olarak, cihadın kıyamete kadar devam edeceği, baştaki idâreci zâlim bile olsa cihad emrine itaat etmek gerektiği ifade edilir. Cihadın şerî ıstılah’da tarifi “Küffâra veya âsilere karşı yapılan kıtâl”dir. Bu vasfa uymayan savaşlar cihad sayılmaz.
İmanın aslına giren üçüncü şey kadere imandır. İnsanlığı en çok meşgul eden hassas meselelerden biridir. Mü’min, tereddüt etmeden, hayır ve şer, büyük ve küçük bütün hâdisâtın takdir-i İlâhî ile olduğunu hemen kabul edecek, tereddüt göstermeyecektir. Aksi takdirde, “Allah’ın ilmi herşeyi kuşatmaz”, “kudreti herşeye yetmez”, “O’nun dilemediği şey cereyan eder.” “Hâdiseler tesadüflere tâbidir” gibi imanımıza ters düşen pekçok mânalar ortaya çıkar.
(36)- Hadis
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in ashabından bir kısmı ona sordular: “Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacağına kaniyiz.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?” diye sordu. Oradakiler Evet! deyince: “İşte bu (korku) imandan gelir (vesvese zarar vermez) dedi.
وَعَنْ أبى هريرة رَضِىَ اللهُ عَنْهُ. أنّ ناساً من أصحابِ رسولِ اللهِ سألوهُ: إنّا نجدُ في أنفُسِنا ما يتعاظمُ أحَدُنَا أنْ يتكلّمَ بِهِ. قال: أوَقَدْ وَجَدْتُمُوهُ؟ قالُوا نَعَمْ. قال: ذلك صريحُ الإيمانِ. أخرجه مسلم وأبو داود.
“Müslim, İman 209 (132); Ebu Dâvud, Edeb 118 (5110). Diğer bir rivayette: “(Şeytanın) hilesini vesveseye dönüştüren Allah’a hamdolsun” demiştir.
Hadiste, Ashab, iradeleri olmadan içlerinden, kendiliğinden doğan vesveselerden sormaktadır. Bu hadiste imanî meseleler üzerinde olduğu anlaşılan bu vesveselerin, bazı rivayetlerde Allah hakkında olduğu belirtilir. Bunlar normalde kabul edilemiyecek, muhal şeyler olduğu için, iradî olarak konuşmanın günah olacağı korkusu hâkimdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) içten, kendiliğinden gelen bu seslerin kişiye zarar vermiyeceğini belirtiyor. Delil olarak da kişinin duyduğu korkuyu gösteriyor. İnsanda merak, korku gibi, iradeyi dinlemeyen, zabt altına alınamayan bir kısım duyguların sevkiyle içten gelen bu sesi hepimiz her zaman duyarız. Vehimli mizaçlar “içim bozulmuş” diye ye’se bile düşebilir. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu seslerden duyduğumuz endişeyi en büyük bir delil yapmak “Mademki o sese irademizle iştirak etmiyor, aklımızla tasdik etmiyor, aksine üzülüyoruz, öyle ise bu şeytanın bir vesvesesidir, aldırmayın” mânasında “Korkunuz gerçek imanın ifadesidir” buyuruyor.
Bu mevzuda Bediüzzaman şöyle der: “Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve sâfikalb insanlara tahayyül-i küfrîyi, tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor (yani hayalden küfrü geçirmeyi onu tasdik etmiş gibi gösteriyor). Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hâtıraları hayâline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtiyi, imkân-ı aklî şeklinde gösterip imandaki yakinine münafî bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o bîçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir, ya divâne olur, yahud “her çi bad âbad” (her ne olursa olsun) der, dalâlete gider.
Şeytanın bu desisesinin mahiyeti ne kadar asılsız olduğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz. Şöyle ki: Nasıl ki âyinede yılanın sureti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi telvis etmez (kirletmez). Öyle de: Hayâl veya fikir âyinesinde küfriyâtın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve şetimli ve çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki, tahayyül-ü şetm, şetm olmadığı gibi, tahayyül-ü küfr dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalâlet de dalâlet değil. İmandaki şek meselesi ise, imkân-ı zâtiden gelen ihtimaller o yakine münâfi değil ve o yakini bozmaz. İlm-i usul-i dinde kavâid-i mukarreredendir ki: “Zâtî imkân ilmî yakine münâfi değildir.”
Mesela: Barla Denizi’nin (Eğridir gölü), su olarak yerinde bulunduğuna yakinimiz var. Halbuki zâtında mümkündür ki, o deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinâttandır. Bu imkân-ı zatî, mâdem bir emâreden neş’et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun. Çünkü, yine ilm-i usûl-i dînde bir kaide-i mukarreredir ki: “Bir emâreden gelmiyen bir ihtimal-i zâti ise, bir imkân-ı zihnî olamaz, ki şüphe verip ehemmiyeti olsun.” İşte bu desise-i şeytaniyeye mâruz olan bîçâre adam, hakâik-i imâniyeye yakînini, böyle zâti imkânlar ile kaybediyor zanneder. Mesela Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında beşeriyet itibariyle çok imkân-ı zatiye hatırına geliyor ki, imanın cezm ve yakinine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bâzan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki: Onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor, titriyor. Halbuki: Onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytâniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.
Hem insanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir iki latife var ki, ihtiyar ve irâdeyi dinlemezler, belki de, mes’uliyet altına da girmezler. Bâzan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar. Yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istidâdın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekâvete mahkûm etmiştir.” O bîçâre adam, ye’se düşüp helâkete gider.
İşte şeytanın evvelki desiselerine karşı mü’minin tahassüngâhı (sığınağı) Muhakkikîn-i Asfiyâ’nın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakâik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur’âniyedir. Ve âhirdeki desîselerine karşı; İstiâze ile, ehemmiyet vermemektir. Çünkü: Ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celbettirip büyür, şişer. Mü’minin böyle mânevî yaralarına tiryak ve merhem; Sünnet-i Seniyye’dir.”